Küba konusunda uzmanlaşmış bir tur acentasından on üç günlük tur satın alıyor, sonra orada otomobil kiralıyoruz. Maalesef hizmetlerinden, özellikle rehberinden çok memnun olduğumuz firma bizden sonra topladığı paralarla beraber batıyor.
2006 Mart ayı, Küba’da hava yaz. Habana Libre’de kalıyoruz. Havana okyanusa bakıyor. Malecon denen şarkılara konu olmuş uzun bir kordon boyu var. Gece gündüz her zaman şenlikli oluyor.
Havana muhteşem bir şehir, sadece çok, çok eski. Bir sihirli el değse de hiç değişmeden, olduğu gibi kalarak bütün o binalar yenilenebilse. Bütün dünya bir araya gelse, burayı sit alanı ilan etseler, herkes elini cebine atsa İtalyanlar burayı restore etse. Kıyamete kadar Mc Donalds açılmasa, bunu hayal ediyorum.!
Bütün bu eskiliğine, fakirliğine rağmen insanlar pırıl pırıl. Sabah taksiye biniyorsunuz, şoför mis gibi kolonya kokuyor. Dünyanın en güzel ırklarından biri Küba’lılar. Karşıdan sütlü kahve derili bir kız geliyor, gözlerine bir bakıyorsunuz zeytin yeşili. Resmen çarpılıyor insan. Veya sarışın mavi gözlü bir delikanlı geliyor, turist zannediyorsunuz, bir bakıyorsunuz kucağında kahverengi bir bebek, ikisi de has Kübalı. Bir yandan marketlerin zavallılığına acıyorum. Bir yandan halkın soyluluğuna bayılıyorum. Ah değişmeseler, böyle kalsalar diyorum ama bencillik ettiğimi biliyorum bir yandan. Castro eğitimde çok başarılı. Bütün Güney Amerika’dan hatta Kuzey Amerika’dan bile gelen öğrenciler üniversitede okuyorlar. Her şey bedava. Özellikle tıp eğitimi ve uygulamalarında kendi ekollerini oluşturmuşlar.
50-60 yaş üstü insanlar hala Castro’cu. Gençler ise kaçak uydularla Amerikan kanallarını seyrediyorlar, yakalananın canı yansa da önlenemiyor. Miami’den gelen akrabalarından duyduklarıyla Amerika’nın vaad ettiği Holywood uydurması Amerikan rüyası palavrasına çoktan tav olmuşlar.
Bir gün pazarda el işleri satan çok kibar iki orta yaşlı hanımdan dil bilenine eşim “Alman mısınız?” diye soruyor. “Hayır”, diyor hanım gururla, “Kübalıyız”. Eşim ısrar ediyor, “kızkardeşiniz çok Alman’a benziyor da”,hanım hemen cevap veriyor; “İyi ki sizi duymadı, yoksa çok kızardı!” Böyle bir benzetme bizden birine yapılsa nasıl iftihar ederdi değil mi? İşte aradaki fark bu!
Havana’da her şey dans, her şey müzik. Yaşlı çöpçü kadın gözümüzün önünde çöpleri salsa yaparak süpüre, kıvırta gidiyor. Her lokanta, her kafe, her sokaktan insanın kanını kaynatan bir müzik sesi geliyor. Harika, inanılmaz bir ortam. Hele de benim gibi Küba müziğinin hastası iseniz, kulaklarınıza inanamadığınız, tam bir cennet.
Yaşlılar elleri mahkum hâlâ çalışıyorlar. Kimi müzisyen, kimi tezgâhtar, kimi küçük hurda arabasında çiçek satıyor. Bizim gibi alışık olmayan bir kültürden gelenler için yürek burkan bir manzara tabii.
İki türlü peso var, bir onların kullandığı, bir de turiste sattıkları. Biri öbürünün sanırım yaklaşık üç katıydı biz oradayken. O nedenle Küba pahalı bir yer oluyor turist pesosuyla.
Habana Vieja-Eski Havana’da çok güzel kafeler var. Meşhur Rom’un yapıldığı imalâthaneler, resim galerileri ve her sokakta bulunan çok sayıda sanat atölyeleri, çok güzel bir Güzel Sanatlar Müzesi, Ernest Hemingway’in çok turistik olmuş, her saat kalabalık meşhur barları; El Floridita ile Bodequita del Medio. Restorasyon görmüş inanılmaz hoş, avlulu butik otelleri bulunuyor. Çok ünlü Nacional Hotel, Malecon’da okyanusa bakıyor. Dışı da, içi de çok etkileyici. Gidince orada kalmak lazım. Bizim orada olduğumuz dönem tesadüf Compay Segundo Band’in konserine rastlıyor ve çok seviniyoruz. Kendisi ölmüş de olsa eski eşlikçisi harika ses Hugo Garzon ile birlikte orkestrasını izlemek şansını buluyoruz.
Türkiye’den Küba’ya yoğun bir şekilde bekârerkek turları düzenleniyor! Bizim turdaki genç bir bey eşine Londra’ya iş gezisine gittiğini söylediği için Paris’te aktarma sırasında biz İstanbul uçağına binerken o Londra’ya uçuyor, çünkü eşi Londra uçağından karşılayacak! Dönüşte evde anlatacağı Londra anıları grup içinde şaka malzemesi oluyor. Ne tür bir evlilik olduğunu da hem evliler, hem bekârlar tartışıyoruz tabii. Duyduk ki beşinci Havana seferiymiş. Aslında şaşmıyorum, benim de beşinci Havana seferim olabilir ama sebeplerimiz farklı;)
Küba ırkı, dediğim gibi çok güzel. Üstelik Küba çok sıcak ve bu insanlar yarı çıplak geziyor. Ayrıca çok yoksullar ve paraya çok ihtiyaçları var. Üstüne üstlük, bir Karaip adasında yaşamanın verdiği rahatlık ve misafirperverliğe, yıllardır komünist rejimin getirdiği devrim nikâhlarıyla yaşama özgürlüğünü de eklerseniz neden cinsel konuda tutucu olmalarının beklenemeyeceğini anlayabilirsiniz. Başına gelen birinden, birinci elden duyduğuma göre yakışıklı genç adamların kapısına, geldikleri akşam kendileri talep etmese bile üç-dört afet dayanıyormuş. Herhalde otelin işbirliği ile olsa gerek!
Eski Havana, Habana Vieja’da dolaşıyoruz. Kafelerde oturuyoruz. Rom fabrikasına gidiyoruz. Pazar yerlerinden el işleri, oyma heykeller satın alıyoruz. Yekpare ahşap kadın torsosunu 4-5 kg geldiğini fark etmeden ve nasıl götüreceğimi düşünmeden, çok beğenip alıyorum. Uçak yolculuğu ve pasaport kontrolü onun yüzünden karabasana dönüşüyor. Neyse ki her şeye rağmen orada bırakmıyor, sürükleyerek de olsa eve getiriyoruz!
Şehre yakın Playa del Este’ye (Batı plajı) gidip Buena Vista Social Club benzeri toplulukları canlı dinleyerek firuze rengi denizde nefis bir gün geçiriyoruz. Geceleri Salsa izliyoruz. Beş Kübalı efsaneden biri olan Eliades Ochoa konseri’ni otelimizde seyrediyoruz. Tamamını kameraya kaydediyorum. Küba video çekimleri mükemmel bir müzik belgeseli oluyor.
Havana’nın bir hoşluğu da eski arabaları. Çocukluğumda Ankara’da dolmuş yapan otomobiller Havana’da hala çalışıyor. Üstelik çok da güzeller. Şehrin bir özelliği olmuşlar, pırıl pırıl, herkes fotoğraflarını çekiyor.
El Floridita’da Daiquiri ve Pinã colada, Bodequita del Medio’da Mojito içip Hemingway’in ruhuna kadeh kaldırıyoruz.
Her yerde bir çeşit merdaneden geçirilen şeker kamışı suyu içiliyor. Deniyor ama hiç sevmiyoruz. Bir bardak suda yirmi tane kesme şeker eritmiş gibi bir şey ama portakalın kabuğunu soyan bir âletleri var, o çok hoşumuza gidiyor. Onu nerede görsek yiyoruz. Portakalları nefis!.
Malecon’da yürürken ileride büyük bir binanın önünde onlarca yüksek siyah bayrak görüp şaşırıp kalıyoruz. Sonra yaklaşıp Bush’a terörist ve katil diyen dev afişleri görünce vaziyet ortaya çıkıyor. Castro ABD büyükelçiliğini cezalandırıyor!!.
Havana’da harika bir hafta geçirdikten sonra otomobil kiralayarak önce Che’nin mezarının olduğu Santa Clara şehrine, oradan da devam ederek meşhur Trinidad’a (Cienfuegos) geliyoruz.
Che’ye çok gösterişli büyük bir anıt mezar yapılmış. Che’nin karakterine yakışmayan bir ihtişam olduğu düşünüldüğünde ve Bolivya’da yakalanışı sırasında Castro’nun ele verdiği konusundaki dedikoduları hatırlayınca, acaba bu anıtla günah mı çıkarıyor diyor insan?! Santa Clara çok küçük ve çok mütevazı bir şehir. İçinden geçip gidiyoruz. Küba çok güvenli bir memleket. Gece-gündüz hiç bir yerde korku duymuyorsunuz. Akşama doğru Trinidad’a geliyoruz. Burası geleneksel evleri ve kiliseleri, parke taşlı sokakları ile sevimli bir kasaba. Şehir meydanında çalan orkestradan güneş batarken Comandante Che Guevara’yı dinliyoruz. Dinlediğim en iyi yorumlardan biri olduğunu söyleyebilirim. Zaten yerel topluluklar dünyaca tanınmışlardan farksız. Çok kaliteli müzik yapıyorlar sadece tanınmak için gereken şansları yok. Bütün evlerin kapıları açık. Kara tenli kadınlar, renkli sandalyelerde kapıların önlerinde oturuyorlar. Küçük bir kafede gençler toplanmış harika bir şekilde dans ediyorlar. Zaten Kübalıları salsa yaparken seyretmenin tadına doyum olmuyor. O kalça hareketlerinin doğal mükemmelliğini edinmek için hangi yaşta gözlem ve uygulamaya başladıklarını merak ediyor insan. O kadar içgüdüsel ve tabiiler ki, tüm o kıvraklığa karşın bir nebze bile bayağılaşmıyorlar. Kimseye beğendirme kaygıları yok, sadece eğleniyorlar. Gece otelimize geri dönüyor, ertesi gün Pınar del Rio-Vinãles yoluna koyuluyoruz.
Pınar del Rio, aynı isimli eyaletin baş şehri. Bu yöre tütün tarlalarının bulunduğu, ünlü puroların üretim merkezi. Mogote denen, karstik kayalardan oluşmuş irili ufaklı yuvarlak tepeler, subtropik bitki örtüsü, geleneksel yöntemlerle yapılan tütün tarımı ile ünlü Vinãles, Unesco Dünya Kültür Mirası içinde yer alıyor. Bu bölge ayrıca yer altı nehrinde teknelerle gezilen Cueva del Indio mağarası ile de tanınıyor. Mağaraya teknelerle giriliyor, bir süre aydınlatılmış kayaların arasından yol alınıp, diğer taraftan çıkılıyor. Epeyce turistik olmuş fakat gerçekten görülmeye değer bir yer. Burada Mogotelerden birinin dik yamacına Leovigildo Gonzales Morillo tarafından yapılmış, 120×180 boyutlarında dünyanın en büyük doğal resimlerinden biri olan Mural de La Prehistoria’yı fotoğraflıyoruz. Prehistorik dönemde bu vadide yaşamış insan ve diğer canlıları konu alan bu yapıt, insandan tahminen 60 milyon yıl önce nesli tükenmiş dinozorlarla insan neslini bir arada göstererek tarihsel gerçekliğe aykırı kalsa da etkileyiciliğinden bir şey kaybetmiyor.
Bölge son derece zengin bir bitki örtüsüne sahip. Mağaranın olduğu bölgede turistik yerli çardakları yapılmış. Burada yeme, içme olanağı bulunuyor. Afrika kökenli Kübalı bir grup, çok güzel ve alışılmıştan farklı, ritmik müzik yapıyor. Uzun bacaklı Afro-Kübalı genç bir dansçı kızın muhteşem Afro-salsa dansını izliyoruz. Bizim erkek turistlerin güzel yerli kızla fotoğraf çektirebilmek için birbirini kırması seyre değer gerçekten! Gelirken şehirde mola verip puro fabrikasına giriyoruz. Kadınların bacaklarında puro sardığı ünlü Fabrica de Tobaco‘yu geziyoruz. Cuba’da her şey 1930’larda çekilen bir film karesinde donmuş gibi. İnsanın uyanmak için kendisini çimdikleyeceği geliyor.
Akşama doğru tatil merkezi Varadero’ya varıyoruz. Burası Akçay- Kumburgaz-Ayvalık arası bir yer ama deniz çok güzel. Sahilde mehtapta yürüyor, güçlü okyanus fırtınaları ile şehri istilâ eden kumun nasıl içeri mahallelere kadar ulaşıp sokaklara yığılabildiğini hayretle gözlemliyoruz. Gece olduğu için fazla vakit geçiremiyor, yemek yiyip geri dönüyoruz. Burada yemek yediğimiz kafede Afrika kökenli dansçıların müthiş bir ritm eşiliğinde yaptıkları ateş dansını izliyoruz. Bu yörede müzik ve danslarda Afrika etkisi çok belirginleşiyor. Havana‘da izlediğimiz salsadan farklı, daha vahşi, ritm ağırlıklı ve Afrika kabile müzik ve dansını çağrıştırıyor. Buradaki yerli tipi de daha uzun boylu, ince ve güzel. Havana‘da ve daha sonra Brezilya’da gördüğümüz çıkık, tuhaf göbekli, koca popolu kısa boylu esmer tipler burada görülmüyor.
Küba turlarını ucuza getirmek için genellikle üç gün Havana, dört gün Varaderoyapıyorlar. Buna dikkat edip tamamı Havanaolan tura gitmek daha akıllıca olur. Havana, tanımak için en az bir hafta isteyen çok güzel bir şehir. Varadero‘da denize girmek amacıyla o kadar yola gitmeye gerek yok bence, paraya yazık!
Tabiat güzelliği; 9/10
İnsanların genel karakteri ve turiste muamelesi; 9/10
Türk insanına (varsa) tavrı; 9/10
Sanat, kültür, mimari; 10/10 Müzik
Güvenlik; 9/10
Kişisel ilginçlik katsayısı;10/10
Bir daha gider miyim? Kesinlikle giderim, her zaman giderim, hemen giderim!!!