Gemi adaya yanaşıyor. Minibüsler, otobüsler, bağrışan, gemiden inenleri kendi turlarına çağıran, ellerindeki fotoğraflardan şelale, orman manzaraları göstererek reklam yapmaya çalışan kalabalık kara adamlar topluluğunun içine iniyoruz. Bir süre tereddüt ve araştırma sonrası bir tur ile anlaşıyoruz. Büyük bir minibüste yaklaşık 15 kişiyiz. Şansımıza Castor isimli çok iyi bir rehber ve iyi bir yaşlı şoföre rastlıyoruz.. Ada çok fakir. Önce Fransız, sonra İngiliz sömürgesi olmuş. İkisinin döneminden de kalma isimler var. Nereden geldiklerini ve asıl ana lisanlarını bilmiyorlar. İngiliz ve Fransızlar savaşmış, önce Fransızlar kazanmış, bir süre onların yönetimine girmişler. Daha sonra İngilizler anlaşma ile devralmış, onların idaresine girmişler. 1970’li yıllarda bağımsızlıklarını ilan etmişler ama hala İngiliz uluslar topluluğu içinde bulunuyorlar. İngilizce ve Fransızca karışımı Creole dili konuşuyorlar. Her yıl nüfusun %5’inin ekonomik sıkıntılardan göç ettiğini öğreniyoruz.
Adanın görünüşü tamamen tropik. Rio’daki yağmur ormanları ile aynı manzaraya sahip. Pek çok faal volkan olduğunu ama komşusu Montserrat’dan farklı olarak hem çok yağmur aldığı, hem çok sayıda akarsu ve tatlısu kaynağına sahip olduğu için büyük patlamalardan korunduğunu söylüyor rehberimiz.. Ayrıca volkanik yapı sıcak su kaynaklarını da ortaya çıkarmış. Ada çapında 14 adet olduğunu öğrendiğimiz bu kaynaklardan yoğun sülfür içeren ve fokur fokur kaynar halde olan bir tanesini tur sırasında görmeye gidiyoruz. İlaveten dünyanın ikinci büyük sıcak su gölü de adada bulunuyor ama yüksekte bir krater gölü olduğundan görme olanağımız bulunmuyor.
Gerek endemik, gerekse tropiklere has pek çok bitki ve hayvan çeşidine sahip adanın resmi hayvanı bir cins endemik papağan (Amazona Imperialis) Bayraklarının üzerinde de bu papağan resmi bulunuyor. Iki çeşit kurbağanın birinin avuç büyüklüğünde ve tavuk eti lezzetinde olduğu söyleniyor. Iki çeşit yılan var, biri saldırgan ama hiç biri zehirli değil. Iki çeşit tavşan ve bir de tavşana benzeyen bir hayvan yaşıyor. Tavşandan farkı, kahve renkli ve kuyruksuz olması imiş. Ada bir zamanlar büyük limon ve lime (yeşil limon) ihracatçısı iken kırmızı kök mantarı nedeniyle büyük zarar görmüş ve üretimden zamanla vazgeçilerek bahçeler yerleşim yerine dönüştürülmüş. Halen uzunluğu 47 km, eni 29 km olan adanın 2/3 ü milli park ve doğa hassasiyetle korunuyor. Adada muz plantasyonları var fakat zirai mücadele ve suni gübreleme üstünlüğü nedeniyle diğer adaların üretimi ile rekabet edemiyorlar. Bir muz ağacının bir kere meyve verdiğini, sonra yanından, aynı kökten yeni bir dal çıkardığını, o dalın büyütülüp, ana dalın kesildiğini öğreniyoruz.
Nüfus 71.000 kişi, Başkent Roseu ise 21.000 kişi. İşsizlik oranı %40. Haziran-Kasım arası yağış ve kasırga sezonu. 1979 tarihinde Kategori 5 şiddetindeki David kasırgası adayı yerle bir etmiş. Bir Baobap ağacının devrilerek yamyassı ettiği okul otobüsünün resmini çekiyoruz. Neyse ki içinde kimse yokmuş. Adanın ana geliri Turizm’den. Nüfusun %65’i buradan ekmek yiyor. Bu da maalesef sadece 6 ay kuru sezonda geçerli. Yılın kalan yarısında hiç bir gelirleri olmuyor. Diğer uğraşlar tarım ve balıkçılık. Kıyılarda her tür balık ve böcek avlanıyor. Su bol olduğundan arazi elverdiğince tarım da yapılıyor. Avokado, mango, tatlı ve ekşi iki çeşit guava, ananas, Hindistan cevizi ve daha çok çeşit tropik meyve yetişiyor. Düzenli bir gelire sahip kişiler en iyi ihtimalle yılda 10,000 Karaip $, yani 5,000 US$ kazanıyorlar. Buna karşı ihtiyaçların yaklaşık %85-90’ı ithal edildiği için hayat çok pahalı. Yolda gördüğümüz uyduruk bir tek katlı barakamsı evin değerinin 80-100.000 US$ olduğunu öğrenip hayret ediyoruz. Nüfusları 3500 civarında olan Karaip yerlisi bir grubun, kuzeyde, kıyıda kendilerine ait toprakları olduğunu ve burada balıkçılık, ziraat ve el sanatları ile uğraştıklarını öğreniyoruz,
Eğitim 2 yaşında yuva ile, 5 yaşında ilk okul ile başlıyor, daha sonra çeşitli sınavları kazananlar orta okul ve liseye devam ediyorlar. Adada biri Tıp fakültesi olmak üzere üç üniversite var ama öğrencilerin %60’ı öğrenimlerini yarıda bırakıp para kazanma telaşına düşüyorlar.
Ortalıkta bir kaç tane sefil insan görüyoruz, dileniyorlar ama bu zor şartlara rağmen halk hayret verici şekilde onurlu bir duruşa sahip. Rehber, tur operatörleri, şoför, tezgah esnafı, hepsi çok temiz, gururlu ve terbiyeli davranıyorlar. Fiyatlar standart, müşteriyi taciz hiç yok, pazarlık makul fakat anormal indirim yok. Pazarlık edip aldığımız seramik panoyu kendi hatamız nedeniyle düşürüp kırınca, satıcı tek kelime etmeden sağlamı ile değiştiriyor. Biz de teşekkür ediyor, indirimi iade ediyoruz. Bu tutumu daha önce Küba’da, kuzey ve Güney Amerika yerlilerinde de gözlemlemiştik. Yokluk içinde haysiyetli ve asil kalabilmek çok az rastlanır bir haslet ve takdiri hak ediyor. Hediyelik eşya alırken yaşlı satıcıya bunu söylüyorum. Yüzü aydınlanıyor. Ne kadar memnun olduğunu görüp, söylediğime seviniyorum.
Tur sırasında önce kuru sezon nedeniyle suları iyice azalmış olan Trafalgar şelaleleri, Mama ve Papa’yı uzaktan görüyoruz. Hayal kırıklığı oluyor. Papa’nın beslendiği gölün çıkışına hidroelektrik santralı yapıldığından şelalenin suları azalmış. Adanın elektriği büyük ölçüde bu santraldan ve eksik kalan kısmı mazotlu jeneratörlerden sağlanıyor. Mama’nın durumu aslında fena değil ama çok uzaktan görüyor olmak da şelale beklentimizi hüsrana uğratıyor. Daha sonra kükürtlü su kaynağını görmeye yağmur ormanına giriyoruz. Devamında Botanik bahçesinin içinden geçip, yüksek bir yerden liman ve şehir manzarasını izliyoruz. Pazar olduğu için dükkânlar kapalı. Sadece liman civarında gemi için açılan tezgâhlar açık. Rastalı, Jamaika-reggae türü tiplerin çokluğu dikkat çekiyor. Bu yörede bir kültür olan bu saç ve tavır, anlaşılıyor ki burada ille de serseri olmayı gerektirmiyor. Gene de önyargılarımız bizi tedbirli olmaya sevk ediyor.
Bazı binaların üstünde Venezüela’nın efsanevi eski başkanı Hugo Chavez’in büyük boy fotoğrafları asılı. Güney Amerika ülkelerinde son yıllarda başlayan sosyalizm-sosyal demokrasi akımı, yıllardır sömürge olma kaderi ve geri kalmışlığın çaresizliğini yaşayan küçük ada komşularını da etkisi altına almışsa benziyor.
Turu bitiriyor, ufak tefek hatıra eşyalarımızı alıyoruz. Bunların biri Calabash (su kabağı) meyvesinin üstüne yerel sanatçıların kazıyarak yaptığı, ada hayatına ait resim. Muz kesenler, balina, yunus, kaplumbağa, balıklar gibi konular içinden biz Coconut ağacını seçiyoruz. Ayrıca hediye olarak seramikten yapılmış ada sembolü papağan illüstrasyonları ve Hindistan cevizi kabuklarından yapılmış otantik bir kolyeyi de alıyoruz. Gittiğimiz her yeri yansıtan magnetler ise olmazsa olmazımız. Dikkatimizi çeken, satıcıların pazarlıkta çok ölçülü davranması. Yaşlı bir kadın satıcı 9$ dediği bir eşyaya 8$ teklif ettiğimizde nezaketle reddediyor. Biraz ısrarcı olursanız sinirleniyor ama asla kabalaşmıyor, sadece sizinle ilgilenmeyi bırakıyorlar.
Alışveriş işini de bitirip Dominica’dan iyi izlenimlerle gemiye dönüyoruz.