Yaratıldığı Günkü Gibi Korunan Ülke; Kanada

0
1771

Her seyahat dönüşünde, “şu anda gezip döndüğüm ülkede olmak ister miydim?” diye kendimi yokluyorum ve verdiğim cevaba göre gerçekte oradan ne kadar hoşlanmış olduğumu anlıyorum. Özellikle uzun geziler sonrası yeniden evde olmak huzur ve güven verdiğinden, eğer bu soruya “evet“ dersem, orayı gerçekten sevmiş olduğum ortaya çıkıyor.  Bunlar, kendimi rahat, güvenli, mutlu hissettiğim ve pek çok açıdan yabancılık çekmediğim ülkeler. Epeyce yer gördükten sonra bu cevabı verdiğim ülke sayısının üçü geçmediğini fark ettim. Küba ve Arjantin’densonra listeye Kanada’da eklendi.

Kanada’ya Seattle, ABD’dan otobüsle geldik.  Kanadalılar bize ilginç gelen bir şekilde, Amerika’dan gelen otobüs yolcularını sınırda ciddi şekilde sorguluyorlar. Avrupa Birliği ülkeleri arasındaki kontrolsüz geçişler burada yok. Hava yoluyla gelmiş gibi tek tek bagaj ve pasaport kontrolünden geçerek ülkeye girdik. Bazı bagajlar açtırıldı, bazı yolcular otobüsten indirilip geri çevrildi.

Başka her ülke için olduğu gibi Kanada hakkında da pek çok önyargı ve tahminimiz mevcuttu. Bunların başında Kanada ve Amerika benzerliği geliyordu. Yalnız daha önceki yolculuklarımızda bazı Kanadalılarla karşılaşmış olduğumuzdan, bunun tam gerçek olmadığını seziyorduk. Bu yolculuk ne kadar benzer, ne kadar farklı olduklarını görmemizi sağladı.

Kanada‘nın bence en çarpıcı özelliği, tabiatın inanılmaz bir sadakatle korunmuş olması. Amerika’da milli parklarda görüp de hayran kaldığımız temizlik ve bozulmamış halinde muhafaza, burada tüm ülke çapında başarılmış. Tabii sadece gördüğümüz British Columbia bölgesinden söz ediyorum. Bu kadar kısa sürede tüm ülkeyi görmek mümkün değil ama binlerce mil yol yapıyor ve geçtiğimiz her yerde ayni özene şahit oluyoruz. Patagonya fiyordlarındaki And dağlarını gördükten sonra daha güzel dağlar olamaz sanmıştım ama Rocky Mountains’ı (Kayalık dağlar) gördükten sonra fikrim değişiyor.

Columbia Icefield (Buz tarlası)

Buranın bir farkı da Amerika’da yol yaparken insanın kapıldığı “her yer birbirinin aynı”hissinin olmaması. Çünkü küçük yerleşimler bile daha kişilikli ve kendine özgü.

Ayrıca Amerika’da her sokakta karşınıza çıkan, Masonic Church (Mason kilisesi) dahil türlü-çeşitli kiliselere Kanada’da nedense çok daha seyrek rastlanıyor.

Rocky Mountains (Kayalık Dağlar)

Evler daha sade ve mütevazı, çatılar dahil neredeyse hep ayni gri ve toprak tonlarında ve biraz iç karartıcı. Soğuk iklim farkı seziliyor.

İnsanlar çok daha biçimli ve zayıf. Amerika’nın obezitesi, Kanada’nın bizim gezdiğimiz bölgelerinde yoktu diyebilirim. Ayrıca daha şık ve özenliler. Şehirler Amerika-Avrupa karması. Açık pazarlar, dışarıda yemek yenen kafe ve lokantalar, küçük ve şık dükkânlar daha çok Avrupa tarzı ve çok iç açıcı. Ayrıca sokakta yürüyen insanlar görmek de büyük değişiklik! Sokaklarında çoğunlukla sadece arabalar dolaşan Amerika’dan çok farklı ve câzip bir özellik. Şarküteriler ve pastaneler  lezzet ve çeşitlilik açısından Avrupa’ya benziyor. Mc Donald’s azlığı da dikkat çekici!.

Gene Amerika’dan değişik yanı, küçük yerleşim yerlerinde bile sanat galerileri, antikacılar, el işleri yapanlar, ağaç oymacıları, ipek dokuyanlar, sahaflar gibi dükkânların mevcudiyeti. İnsanlarla konuşunca da bu farkı hissediyorsunuz. Onlara Amerikalılara benzemediklerini söylediğinizde çok memnun oluyorlar ve

“evet biz farklıyız.” diyerek Amerikalıları küçümsüyorlar. Amerikalılar ise “onlar da kim, kaç paralık ülke, bizim yanımızda adları bile geçmez, bütün kurumlarımızı taklit eder sonra Avrupalılık taslarlar” diye onları küçümsüyorlar! Aslında iki taraf ta haklı ama bir yabancı gözüyle ve çok kısa süreli bir gözlemle Kanada daha medeni, daha kültürlü ve daha güvenli görünüyor. Birinde yaşamaya mecbur olsam tereddütsüz Kanada’yı seçerdim.

Thompson nehri kıyısı boyunca, özellikle Kamloops şehri civarında, ülkenin her yerinde su kıyısından dağların zirvelerine tırmanan ormanlardaki çamların hep hasta ve ölmekte olduklarını görmek bizi çok üzüyor. Sonra bir milli park görevlisinden bu zararlının“Mountain Pine Beetle” denen bir haşere olduğunu ve tüm ülkede büyük zarar verdiğini öğreniyoruz. Maalesef hiçbir mücadele yolu yokmuş. Sadece hastalıklı ormanları keserek sağlıklılara yaklaşmasını önlemeye çalışıyorlar ve erken don olması için dua ediyorlar. Çünkü bir tek erken bastıran soğuk yayılmasını önlüyormuş. Global ısınma bu afete de sebep oluyor göründüğü kadarıyla. Döndükten sonra ziraat fakültesinde öğretim üyesi bir arkadaşımızdan bu zararlının kabuklu bit olduğunu, bizde de çam ağaçlarını yavaş yavaş öldürdüğünü, hatta ağacın reçinesini çıkardığı için balcıların kovanları bitli ağaçların altına koyduklarını ve çam balı diye bildiğimiz balın aslında çoğunlukla kabuklu bit balı olduğunu öğreniyoruz! Sadece uygulama zorlukları nedeniyle değil, doğal ortama müdahale yarardan çok zarar getireceğinden ziraatçilerin kimyasal ilâçları ormanlara sokmaya kesinlikle taraftar olmadıklarını, ayak dirediklerini de ondan duyuyor ve hak veriyoruz.

Ayrıca gene ısınma nedeniyle yüzlerce yıllık buzulların erimekte ve yok olmakta olduğunu gözlerimizle görmek çok endişe verici. Bütün yolculuk boyunca hava o kadar güzel ki, bunun ne derece normal olduğunu soruyor ve 1969 dan beri en kurak yaz ve en iyi Eylül olduğunu öğreniyoruz. İyi havadan dolayı memnun ama kurak nedeniyle endişeliler. Geçen yıl yeteri kadar kar yağmadığını, bu yıl da yağmazsa özellikle buzullar açısından felâket olacağını söylüyorlar.

Hope’a doğru gelirken 09/01/65 yılında bütün bir tepenin 60-70m yüksekliğinde çamur seli olarak kaydığı ve Outram gölünü 70 mderinliğinde toprakla doldurduğu, ölenlerin de olduğu heyelan bölgesinden geçiyoruz.

Hope-Chillywack-Kamloops

Jasper küçük fakat çok şirin ve şık bir kasaba. Denizden epey yüksek.

Jasper Milli Parkı ve yakınındaki milli parkların tamamı, zirvelerinde mavi-beyaz buzullarla inanılmaz manzaralı dağlar, dağların en yükseklerine kadar çıkan  muhteşem çam ve yaprağını döken ağaç türleri karışık ormanlar, kanyonlar ve tertemiz, masmavi, her virajda yenisi çıkan göller, nehirler, şelâlelerle dolu. O kadar ki bir süre sonra bu güzellikten sarhoşa dönüyor, artık bir sonrakine şaşmaz oluyorsunuz. Hiç insan eli değmeseydi, kirlenmese, bozulmasaydı dünya nasıl olurdu diye merak eden Kanada’ya gitmeli. Her yerde kamp yerleri var. Zaten kamp yapmak için düzenlenmiş yerler dışında kamp yasak ve tehlikeli. Bu kadar çok karavan ve tekneyi Amerika’da bile görmedik. Sanırım neredeyse aile başına bir karavan ve tekne düşüyor.

Columbia buz tarlası, yüksek bir tepenin üstüne yerleşmiş devâsa bir kütle. Buzul ile buz tarlası arasındaki farkın, buzul sürekli hareket halindeyken buz tarlasının sabit olması olduğunu söylüyorlar. Aşağıdan bakınca tırmanılabilir yükseklikte görünüyor. Havanın da açık ve güzel olmasından cesaret alarak tırmanıyoruz. Yanına yaklaştıkça buzuldan gelen müthiş bir rüzgâr başlıyor.Tepeye doğru o kadar acı verici oluyor ki ölüyoruz zannederek bir saniyelik fotoğraf çekme işlemine zor dayanıp, elimizi dokunamadan geri kaçıyoruz. Buzulun kendi mikro iklimi olduğunu, onun yanındaki veya üstündeki soğuğun bambaşka olduğunu da böylece öğreniyoruz.

Kanada’da gördüğümüz en etkileyici yerin Banf Milli Parkı içindeki Louise Gölü olduğunu söyleyebilirim. İki zirve arasında yerleşmiş, sürekli etrafını çevreleyen beyaz bulutlar arasından yer yer görünen haşmetli bir buzul ve önünde etrafı ormanlarla çevrili boncuk mavisi bir göl. Ne kadar uğraştıysak ta bu sükûnet ve ihtişamın onda birini bile fotoğraflara yansıtamadık. Kıyısında gölün ve çevrenin güzelliğini bozmadan çok şık, şato gibi bir otel yapılmış. Fairmont Chateau Lake Louise’in tarihçesi 1890 yılına kadar gidiyor. Canadian Pasific tren yolunun açılmasından sonra o tarihte küçük tek katlı bir şale olarak ahşaptan inşa edilmiş ve yıllar içinde bugünkü şeklini almış. Hemen otelin bahçesinin yanından billur gibi bir dere, küçük bir taş köprü altından geçerek göle dökülüyor. İnsan ancak en güzel rüyasında bu kadar mükemmel bir yer görebilir.

Banff Milli Parkında Louise Buzul Gölü ve Chateau Lake Louise Oteli

Ona hemen yakın Moraine Gölü var. Biraz daha mesafeli de Zümrüt Gölü (Lake Emerald) Bulunuyor. Bunlar hep kıyısında çok şık birkaç minik butik otel bulunan nefis küçük göller. Daha çok İsviçre ve Avusturya’ya benziyor. Bu yol üstünde bir de doğal kayalardan oluşmuş bir köprü ve altından kayaları delerek akan çağlayan var.

Kanyon

Hell’s Gate (Cehennem kapısı) denen yer, meşhur Fraser nehri kanyonunun güneyinde bulunuyor. Her iki yanındaki duvar gibi derin kayaların arasından 35 m eninde bir boğaza sıkışmış olarak hızla akan Fraser’ın üstüne kurulmuş, 27 derecelik bir eğimle bir kıyıdan diğerine 156 m alçalarak inen bir teleferik hattı var. Yaklaşık 2.5 dakikada karşıya geçiliyor. Buraya ismini kâşif Simon Fraservermiş. Bu boğaza ait ilk kayda onun 1808 de tutulmuş notlarında rastlanıyor. Fraserburaya ilk geldiğinde civarın yerlilerinin kurduğu merdiven benzeri askılarla kayaları aşmış ve yaşadıkları zorluklardan dolayı bu boğaza cehennem kapısı adını vermiş. 1971 yılında inşa edilen teleferik hattı ile burası turistik bir yer olmuş. Fraser dünyadaki en tanınmış somon nehirlerinden biri. Okyanustan gelen yaklaşık 10 kiloluk dişi somonlar nehir boyunca yukarı doğru şelâlerden tırmanarak sakin sulara yumurtlamaya gidiyorlar. Çoğu bu zorlu yolculukta ölüyor. Tren yolu inşaatı sırasında somonların doğal şartları bozulmuş ama son senelerdeki rehabilitasyon çalışmaları sonuç vermiş ve gene gelmeye başlamışlar.

Hell’s Gate (Cehennem Kapısı)

Yolculuk sırasında iki defa saat diliminden (Pasific time-Mountain time) geçiyoruz ve saatler birer saat önce ileri, sonra geri alınıyor.

Her kasabanın mutlaka bir veya daha fazla marinası bulunuyor. Bütün göller tekne dolu. Hafta sonları kamyonetlerin üstü tekne ve kanolar yerleştirilmiş olarak gelip rampalardan suya indiriyor, ailece yelken ve balıkçılık yapıyor, akşam sudan çıkarıp evlerine dönüyorlar. Birden fazla teknenin ayni anda taşındığı katlı römorku ilk defa burada görüyoruz.

Otellerde tanınmış zincirlerin yanısıra, bireysel mülkiyete te de çok rastlanıyor. Çoğu dağ oteli şeklinde dekore edilmiş, şık ve konforlu tesisler. Fiyatlar Amerika gibi. Geçen seyahatimize nazaran (2007) hissedilir bir artış var.

Vancouver büyük, çekici ve renkli bir şehir. Stanley Park, şehrin tam merkezinde bütün bir yarımadadan oluşan, tamamı yemyeşil orman ve içinde sayısız göller, dereler olan deniz kenarında bir mesire yeri. Bütün şehir tatillerde burada yürüyor, koşuyor, muhtelif plajlardan denize giriyor, bisiklete biniyor, piknik yapıyor. İçinde halkın rağbet ettiği pek çok lokanta ve kafe var.

Kanada’da gene Amerika’dan farklı olarak yerlilere çok daha fazla değer veriliyor gibi görünüyor. Her yerde, şık mağazalarda yerli sanatına ait objeler yüksek fiyatlarla satılıyor. Ahşap ve taş oyma, kumaş boyama, maskeler, kendi tarzlarında grafik ve illüstrasyonlar, el örgüleri ve en çok ta totemler göze çarpıyor. Totemler yerlilerin oturduğu evlerin bahçelerinde de var. Bunların dikiliş nedeninin aile tarihindeki çok önemli olaylar olduğunu öğreniyoruz. Yerli sanatına ait tarihi totem ve objelerin bulunduğu müzeler de görüyoruz. Yerliler buralarda kendileri çalışıyorlar. Stanley Park’ta da bir totem bölümü var.

ABD’de çok seyrek rastlanan sarı ırk-beyaz ırk karma evlilikleri Kanada’da çok sık ve sıradan bir olay şeklinde. Bu da bizi-yüzeysel ve aceleci bir hüküm olsa da-onların daha az tutucu ve ırkçı oldukları gibi bir sonuca götürüyor. Gerek Kanada’da, gerek gemide pek çok Japon ve Çin asıllı Kanada vatandaşı ile Anglosaxon Kanada’lı evliliğine rastlıyoruz. Sapsarı saçlı, mavi gözlü bir babayı çekik gözlü esmer bir çocuğun elinden tutmuş gidiyor görmek Kanada’da olağan bir durum.

Granville Island, adının aksine ada değil, karaya yollar ve yeşil alanla bağlı bir yarımada. İçindeki pazar yeri çok renkli, hareketli. Özellikle balık ve çiçek pazarları müthiş. Çok şık dükkânlar var. Sanat galerileri, kitapçılar, hediyelik eşya satıcıları, şapkacılar, çok ilginç ipek kumaşlar dokuyan ve  bunlardan çok değişik giyecek eşyaları yapıp satan bir hanım. (Türkiye’nin Güneydoğu bölgesine beş kere geldiğini söylüyor. “Neden acaba?” diye kendimize soruyor, cevabını da ülkemizin şu andaki durumuna bakarak tabii kendimiz veriyoruz!) Ayrıca deniz ve şehir manzaralı büyük bir yemek bölümü ki her türlü deniz mahsulü uygun fiyata satılıyor.

Vancouver

Gastown şehrin liman tarafında (Canada Place) Vancouver’ın ilk kurulduğu tarihi merkez. Adını buraya ilk defa 1867’de gelip ilk barı (Saloon) açan denizci “Gassy Jack Deighton’dan almış. Ağaçlıklı sokaklar çiçeklerle süslenmiş. Pek çok turistik mağaza, lokantalar, yerli sanatı satanlar, galeriler mevcut. Akşamları bir içki içmek veya yemek için geliniyor. Eski binalar korunmuş ve restore edilmiş. Uygun fiyata hatıra eşyası bulmak mümkün, ayrıca burada çok çıkan yeşim taşı süs eşyaları da alınabiliyor. Biz ağzında pembe taştan somon tutan yeşil bir ayı alıyoruz. Deri, kürk ve olağanüstü güzel desenli örgüler de yörenin özelliği. Tabii her almayı istediğiniz şeyi nasıl taşıyacağınızı düşünmezseniz.

Vancouver Art Gallery’de şans eseri Rembrandt ve Vermeer sergisi var. Bu kadar uzakta bu şaheserleri yeniden görmek çok güzel bir tesadüf oluyor.

Canada Place, mimarisi yelkenli büyük bir yolcu gemisine benzetilmiş Vancouver cruise terminali. Alaska’ya kalkan yolcu gemileri buradan gidiyor. Ayrıca büyük bir ticaret merkezi ve oteller var.

Çok güzel bir havada, şortlar ve askılı bluzlarla şehrin keyfini çıkaran Vancouverlıları ve Vancouver’ı aklımız kalarak bırakıyor, Canada Place’e yanaşmış olan gemimize binip Alaska’ya doğru yola çıkıyoruz.

 

Tabiat Güzelliği; 10/10

İnsanların genel karakteri ve turiste muamelesi; 10/10

Güvenlik;10/10

Kişisel İlginçlik Katsayısı; 10/10

Bir daha gider miyim?; Kesinlikle giderim ve umarım hava yine bu kadar iyi olur!

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here