Aylardan Temmuz. İstanbul’dan St Petersburg’a uçuyor ve Neva Üstünde demirlemiş olan gemimiz Lenin’e yerleşiyoruz. St. Petersburg veya Leningrad veya Petrograd, Rusya’nın tarihî şehri, Büyük Petrotarafından 1702’de kurulmuş. 200 yıl Rus Çarlığının başkenti olmuş, 1914-24 arası Rus iç savaşı sırasında Petrograd olarak anılmış, Sovyet döneminde 1924-91 arası Leningrad olarak ismi değiştirilmiş, en sonunda Sovyetlerin dağılmasından sonra yönetim yeniden St. Petersburg adını halka sorarak almış.
Baltık kıyısında Neva nehri üzerinde 42 ada üzerine yayılmış bir kültürel merkez ve eski, zarif binalarıyla meşhur. Tarihi binaları ile eski şehir Unesco dünya kültür mirasına dahil edilmiş.
Biz gittiğimizde temmuz ayı ve beyaz gecelerin sonu. Saat 23.30 civarında güneş batıyor. Saat 22.30 da gün ışığı öğleden sonra 16 gibi oluyor. Harika bir hava var. Gün uzunluğu muhteşem bir şey. Çay saati zannediyorsunuz, bir bakıyorsunuz saat gece 22 olmuş.
Bu bölge çok kuzeyde olduğundan Ruslar Finlandiya’ya komşular ve İskandinavlara benziyorlar. Tabiat muhteşem. Hayatımda bu kadar inanılmaz ormanları Patagonya’da bile görmedim. Kilometrelerce aralıksız devam eden 40-50 m. yüksekliğinde çam ve yapraklı ağaçlar, son derece sağlıklı olmalarını sanırım soğuk iklime borçlular. Petunyalar, sardunyalar hayatımda görmediğim irilikteler. Eğer tohumları burada yetiştiriliyorsa, ne yapıp, edip bulmak lazım çünkü görülmemiş bir dirilik ve sağlıkla büyümüşler. Güzellikleriyle meşhur kızlar da bu bölgede yaşıyorlar. Moskova’dakiler Rusya’nın orta bölgelerinden gelenlerle karıştıkları için buradaki gibi güzellikleriyle dikkat çekmiyorlar. Burası süzme bir güzellik yansıtıyor. Müthiş bir şey. Ben kadın olmama rağmen nereye bakacağımı şaşırıyorum. Yolda yürürken insanın etrafından 1.80 boyunda mini şortlu bir sürü Barbie bebek geçiyor. Hepsi şeffaf beyaz ve sarışın, mavi gözlü. Üstelik çoğu evli ve anne ama buna rağmen fazlasıyla frapan giyiniyorlar. Kendi erkekleri dönüp bakmıyor, çünkü alışıklar. Onların anneleri ve anneanneleri de muhtemelen öyle giyiniyor. Aşırı yüksek ve ince topuklarla yürümeye çalışıyorlar. Spor ayakkabılı bir tek genç Rus kızı görmüyoruz. Duyduğuma göre alkolizm erkeklerde o kadar yaygınmış ki, işe yarar genç erkek son derece azmış. Bu nedenle aile kurmak ve çocuk sahibi olmak için düzgün birini bulmak müthiş rekabet gerektiriyormuş. Onlar da mecburen böyle fazla frapan ve açık giyinerek piyasada kendilerine yer bulmaya uğraşıyorlarmış! Türk erkeklerine rağbetin sebebi de buymuş. Türkler hem kolay evleniyorlar, hem de ailelerine sahip çıkıyorlar.
Dikkatimi çeken şeyler;
Çok yaşlı insanlar hala çalışıyorlar. Sabahları otobüste artık evde olmaları gereken yaşta insanları erkenden işe giderken görüyorsunuz.
Genelde çok krep yiyorlar. Hem tatlı, hem tuzlu iç koyarak yiyorlar, en sevdikleri yiyeceklerden biri.
Rus salatası her yerde bulunuyor. Rus salatasına “Amerikan” diyenler gelsin de utansın. Zaten Demokrat Parti zamanı Amerika hayranlığı ve komünizm korkusuyla salataya bile Rus demeye korkup Amerikandiye saçmalayan bir millete mensubuz, ne mutlu bize! Bizden başka Rus salatasına Amerikan diyen başka millet bulunmuyor dünyada! Amerikalıların haberi bile yok, ömürlerinde ne görmüş ne de yemişler. Bir keşfetseler hemen sahip çıkarlar, o da başka!!
Genellikle kendi kafelerinde yiyorlar, uluslararası zincirler çok seyrek.
Telefonda konuşurken “Alo” demeleri aynı bize benziyor, arkasından Türkçe devam edecekler sanıyorsunuz.
Otobüste yaşlılara yer veriyorlar, inip binerken yardım ediyorlar. Çok açık giyiniyorlar ama edepsiz değiller. Aile değeri biliyorlar, hep aile olarak dolaşıyorlar.
Erkeklerin hemen hepsi çok erken saatlerden itibaren içki kokuyorlar, çok genç çocuklar sokaklarda pet şişelerden votka içiyorlar. Etrafta sarhoşların çokluğu insanı ürkütüyor.
Çok genç evlenip çocuk sahibi oluyorlar ama duyduğumuza göre çok da çabuk boşanıyorlarmış.
Dilencilere ve sokak çalgıcılarına çok para veriyorlar.
Çok zevksiz ve rüküş giyiniyorlar, özellikle ayakkabılar bir felâket! Sanata çok değer veriyorlar. Müzeleri, konser salonlarını kendileri dolduruyorlar.
30 yaşa kadar olan dünya güzelleri sanki o yaşta başka bir gezegene gidiyorlar çünkü orta yaşa gelip de hâlâ güzel kalan kadın yok gibi. Ortada fidan gibi gençler ve fıçı gibi, kırışmış ve çirkinleşmiş yaşlılar var. O afetlerin hangi aşamada ve nasıl diğerlerine dönüştüğü, cevabını bulamadığımız bir soru!
İlk dört gün St. Petersburg’u geziyoruz. Dünyaca ünlü ve benim geliş sebebim olan Hermitage Müzesi, hakkını vererek gezmek için en az bir haftaya ihtiyaç duyuyor ama maalesef son derece kalabalık bir günde yarım yamalak gezebiliyoruz çünkü tura uymak zorundayız.
Şehri gece gezmek için metroya bindiğimiz bir gün beş erkek kapıda Dündar’ı sıkıştırıp silkeliyorlar. Bu usulün klâsik yankesicilik yöntemlerinden olduğunu sonradan öğreniyoruz. Neyse ki önceden uyarıldığımızdan parası çorabının içine saklanmış ve hiç bir şey elde edemiyorlar.
Bir gün Kraliçe Katerina’nın yazlık sarayına gidiliyor. Burada en meşhur yer kehribar odası. (Yantarnaya Komnata) Çar ve çariçelerin taşı olarak bilinen ve kötü ruhları kovduğuna inanılan kehribardan bir oda yapma macerası 1699 yılında Prusya’da başlamış, pek çok aşamadan geçtikten ve Rusya’da da birkaç kere yer değiştirdikten sonra nihayet Katerina’nın yazlık sarayı Tsarskoe Selo Pushkin’de eksik kehribarlar tamamlanarak son bulmuş. Yerden tavana bütün bir oda kehribar taşı ile döşeli.
Aynı gün Büyük Petro’nun İtalyan mimar Rastrelli’ye yaptırdığı ve 150 çeşme ile 4 şelâlenin süslediği muhteşem bir bahçesi olan Peterhof’a da gidiyoruz. Bu sarayın ilginçliği havuzların Finlandiya körfezine açılması.
Dört gün süren bu gezilerden sonra Neva üstünde Moskova’ya doğru yola çıkıyoruz.
İlk durak;
Mandrogi
Yeşillik küçük bir köy. Yürüyüş yapıyor, hediyelik eşya tezgâhlarına bakıyor, bizim için önceden kurulmuş masalarda yemek yiyoruz. Burada elişlerinin yapıldığı bir bina var ve sanatçılar çalışıyorlar. Matrioşka yapanları, nakış işleyenleri, diğer sanatçıları, atölyelerde çalışırken görebiliyorsunuz. Burada gördüğüm çeşit ve kaliteyi sonra hiçbir yerde bulamıyorum. Özellikle mat boyalı matrioşkaları sonra çok arıyor, bir tek Uglich’de ve Moskova’da bir yerde daha yüksek fiyata buluyoruz, fakat kırmızı el oyalı keten örtüleri bir daha hiç bir yerde görmüyoruz. Matrioşkaların parlak boyalı, standart desenli olanları her yerde karşınıza çıkıyor. O kadar kötü yapılmış ve çok sayıda görülüyor ki almak bir yana görmek bile istemiyorsunuz. Fakat az sayıda da olsa bizim aldığımız gibi farklı, mat boyalı, kaliteli olanları var. Meraklı olanlar onları arayıp bulabilir.
İkinci durak;
Kizhi adası;
Burada huş ağacından 1764 yılında tek çivi kullanılmadan yapılmış muhteşem bir ahşap kilise var. Çok ilginç bir geçme yöntemiyle inşa edilmiş ve hiç boyanmamış. Artık kullanılmıyor. Halen kullanılan kışlık kiliseyi ve ikonaları görüyoruz. Hava çok soğuk.
Gündüzleri kıyıya yanaşıyor, geceleri gemide Rus müziği ve dansları izliyoruz. Geminin pek birinci sınıf olmayan ama sevimli bir sanatçı kadrosu var ve her gece başka bir show sunuyorlar. Bu arada Panama Kanalında olduğu gibi yükseklik gerektirdikçe nehirde havuzlara girip çıkıyoruz.
Goritsy;
Burada meşhur Krillo-Belozersky manastırını geziyoruz. Tezgâhlardan kendime buraya has kürk etol alıyorum.
Yaroslavl;
Aziz İlyas kilisesini geziyoruz. Tüm duvar ve tavanlarda müthiş ikonalar ve çok etkileyici bir ikona duvarı var. Burada bizi bir sürpriz bekliyor. Sanat galerisinde harika bir konser hazırlanmış. Şampanya servisi eşliğinde oda müziği konseri izliyoruz. Galeride çok güzel resimler var. Yaroslavl Rusya’nın en eski şehirlerinden biri.Tarihi Viking’lere kadar dayanıyor.
Uglich;
Mineli saat merkezi. Herkes buradan saat alıyor. Meşhur Büyük İvan’ın oğlu Dimitri’nin kan kilisesini ve Transfigürasyon kilisesini geziyoruz. Korkunç İvan kendi oğlunu öldürünce taht sara hastası olan diğer oğlu Feodor’a kalır fakat onun hastalığı nedeniyle kayınbiraderi Boris Godunov tahta el koyar. Feodor’un da ölümüyle İvan’ın küçük oğlu Dimitri’nin Çar olması gerekirken Godunovtarafından annesi ile beraber Uglich’esürülürler. Burada Dimitri yaşadıkları küçük evin bahçesinde oynarken Boris Godunov’un gönderdiği adamlar tarafından öldürülür. Onun ölümü ile 897 yıldan beri Rusya’yı yöneten Rurik hanedanı da son bulur. Yaklaşık yüz yıl sonra onun anısına, öldüğü yere Kan kilisesi inşa edilir. Bu hüzünlü hikâyeyi dinleyip kiliseyi gezdikten sonra şehri dolaşıyoruz. Uglich şimdiye kadarki en sevimli yerlerden biri.
Moskova;
Çok büyük ve gösterişli bir şehir. Kızıl meydan hiç şöhretine uymayacak şekilde elma şekeri gibi şirin bir yer. Kızıl Meydan’ın hemen yan sokağında GUM alış veriş merkezi var. Bu kadar şık bir çarşı dünyanın hiç bir yerinde görmedim. Hem bina hem mağazalar olağanüstü kaliteli ve birinci sınıf. Pastane ve şarküteri bile müthiş.
Çok gösterişli, sanat eseri metro istasyonlarını, Sanatçıların olduğu Arbat sokağını, dünyanın en büyük sanatçılarının eserlerinin bulunduğu Pushkin sanat galerisini geziyoruz. Caddelerde dolaşan, Avrupa ülkelerinde bile az gördüğümüz son model cipler ve spor arabalar bizi şaşırtıyor. Kimlerin bindiğini merak ediyoruz. Moskova’da az sayıda Mc Donalds görüyoruz ama onlar bile bizi rahatsız ediyor. Cola ve McDonalds kapitalizmin sembolleri. Moskova’ya yakışmıyorlar ama duyduğumuza göre Arjantin’de olduğu gibi kültür karşı koyuyormuş. Bizim gibi ülkelerde yapabildikleri şekilde salgın hastalık misali yayılamıyorlar sanırım.
Tabiat güzelliği; 9/10
İnsanların genel karakteri ve turiste muamelesi; 7/10
Türk insanına tavrı; 8/10
Sanat, kültür, mimari; 10/10
Güvenlik; Dikkatli olup bazı yerlerden uzak durulursa 7/10 gaspçılara hedef olduk ama üzerimizde para taşımıyorduk.
Kişisel ilginçlik katsayısı;7/10
Bir daha gider miyim? Hayır, Trans-Sibirya ekspres ile Sibirya’ya belki.