Norwegian Crown gemisi ile Buenos Aires’tenkalkıp Horn burnunu dolaşarak Valparaiso’dason bulan 18 günlük bir Güney Amerika gezisini internetten buluyor, İstanbul’daki acentesinden yerimizi ayırtıyoruz. Doğrudan Arjantin’e uçmak yerine çocukluk arkadaşımın yaşadığı Amerika’nın Miami şehrine gidip, bir kaç gün hasret giderdikten sonra Buenos Aires’e yola çıkıyoruz.
Güney Amerika’ya Florida’dan uçuşu birkaç saat sanmaktayız, eh ikisi de güneyde ya ne de olsa! Yedi saat uçacağımızı duyunca aklımız başımızdan gidiyor. Önce bir kaç defa tekrarlanan rötarlarla sinirlerimiz bozuluyor. Yedi saate ilâveten beş saat de alanda bekleyerek geçiriyor, binmeden yoruluyoruz.
Uçakta yanımdaki adam henüz gribe yakalanmış durumda ve yol boyu öksürüp, hapşırmaları sonucu korktuğuma uğruyor, süper hızlı bir kuluçka dönemi geçirerek pasaport kontrolüne giderken ondan beter halde olmayı başarıyorum! Uçak komşum bana iki günü yüksek ateşle otelde yatmak da dahil, on günlük hayatımın en şiddetli soğuk algınlığını armağan ediyor. Almak zorunda kaldığım ağrı kesicilerden dolayı iki yıllık akupunktur tedavisi ile kurtulmuş olduğum migrenimin geri gelmesi de cabası!
Buenos Aires Uluslararası hava alanı Ezeize International şehre uzak olduğu için vasıta gerekiyor. Taksiler Arjantin’de ucuz ama yabancı olarak dikkatli olmak lazım. Şoförün tipine ve taksimetre açıp açmadığına bakmak gerekli. Hava alanında bagaj çıkışından sonra turizm şirketleri var onlarla konuşup ciddi bir firmanın vasıtasına binilmeli. Manuel Tienda Leon şirketinin otobüsleri şehre kadar götürüyorlar. Onların şehir merkezindeki durağından otele gitmek için her zaman taksi bulunuyor. Biz Avenida de Mayo caddesinde bir otelde kalıyoruz. Hem alışveriş ana caddesi olan Florida’ya yürüyüş mesafesinde, hem de konser salonları, tiyatrolar, lokantalara çok yakın. Merkezde pek çok otel var. Bizim caddede meşhur pastane Tortoni de bulunuyor. Kuruluşu 1850 lere kadar giden ve bir çok filmde mekân olarak kullanılmış bu pastane, tarih kitabından fırlamış gibi dekoru, nefis pastaları, hepsi elli-altmış yaşını geçmiş kravatlı, ceketli garsonları ve insana kendini Greta Garbo gibi hissettiren birinci sınıf çay servisi ile mutlaka görülmeli.
Şehir cadde isimleri ve yerleşim olarak çok düzgün. Bir turizm bürosundan şehir haritası alınırsa her yere rahatlıkla gidilebiliyor. Ana arterlerde yol alan bir metro var. Çoklu bilet alınabiliyor. Ayrıca otobüsler de var, bilet gerekmiyor, bozuk para ile biniliyor ama taksiler de çok uygun. Her an bulunabilen taksilerle çok ucuza her yere gitmek mümkün.
Her yolculukta en önemli şey; Pasaportların bir fotokopisi çıkarılmalı, çantada o taşınmalı!
Bu konu her zaman önemli olmakla birlikte Güney Amerika gibi bölgelerde özellikle önem arz ediyor. Şili’de pasaportlarımızı çaldırdıktan sonra bunu daha iyi anlıyoruz. İç çamaşırının üstüne takılacak kumaş bel kesesi alınmalı, kredi kartları ve para onun içine konmalı. O çantalar da her yerde bulunabiliyor, herkes aldığı için satıyorlar. Bizde de av malzemesi satan mağazalarda çok iyileri var. Pasaportlar ve kıymetli eşya daima otel kasasına bırakılmalı. İstanbul’dan daha tehlikeli değil ama her zaman dikkatli olmakta yarar var. Bizim bir şeyimiz çalınmamasına rağmen çalınanlarla karşılıyoruz.
Tango ve sanat merkezi San Telmo‘ya sanat fuarının kurulduğu pazar günü gitmek akıllıca olur. Diğer günler sokak dansçıları ve seyyar tezgâhlar olmadığından fazla bir özelliği yok. Tabii ki sabit mağazalar her gün oradalar ve çok şık pasajlarda yabancıya yönelik câzip ürünler var. Burada bir antikacıda çalan müziğe hayran kalıp ne olduğunu öğreniyor ve Gotan Project topluluğunu bu şekilde tanıyorum. Ayrıca San Telmo yakınında gece gitmek için rezervasyon yapılacak ünlü bir Tango lokali de mevcut.
La Boca-Caminito İtalyanların yaptığı bir mahalle ve renkli evleri ile meşhur. Sevimli bir yer. Cafeler, tablo satan sanatçılar, hediyelik eşya tezgâhları var. Biraz fazla turistik ama gene de görmek gerekir.
Plata nehri dünyanın en geniş nehirlerinden biri. Liman bölgesi Puente del Madero. Güzel lokanta ve kafeler var. Akşamları çok hoş ve hareketli oluyor. Limanlılara Portenõ (n üstü aksan olduğundan portenyo okunuyor) diyorlar. Portenõ olmak bir üstünlük belirtisi. Arjantin Çinlisi rehberimiz genç hanım, portenõ olmakla övünüyordu!
Çay kültürü bizim gibi. Çay çok içiliyor ve törensel bir servisi var. Biz Amerikanlaştığımızdan artık maalesef öyle servis kalmadı. Çorba kâsesi büyüklüğünde fincanlara poşet sallandırıp çay içtiğimizi sanıyoruz. Çay, küçük, süslü bir tepside, üstü örtülü minik bir demlik ve bizim çay bardağına benzer, tabağı dantel kağıtlı bardak ve yanında kurabiye ile geliyor. İlk fincandan sonra ilâve sıcak su isteyebiliyorsunuz. Pastaneler en az elli-altmış, belki yüz yıllık. Nasıl zarif ve hoşlar anlatamam. Film setinde gibisiniz. Garsonlar hep orta yaşlı beyefendi insanlar. Yemekleri çok bize benziyor. Hamsi tavadan piyaza, salatanın her çeşidinden reçel ve turşulara, kendi yemeklerimizi buluyoruz. Et ve balık siparişinin yanında limon ve zeytinyağlı salata mutlaka geliyor. Karışık soslar yok. Otelde kahvaltıda reçel, peynir ve zeytin bulmak büyük mutluluk. Kavanozda salamura yeşil zeytin alıyoruz. Her yerde açık büfe lokantalar var, gündüz kapalı, gece saat 20 den sonra açılıyorlar. Yunanistan gibi Arjantin’de de akşam yemeği 21-22 den sonra yeniyor. Yemek konusunda hiçbir sıkıntı olmuyor, yalnız meşhur Arjantin bifteğini biraz az pişiriyorlar. Çok pişmiş demek lazım yoksa kanlı geliyor! Sebze, meyve bol, salatalar harika, zeytinyağı, limon, zeytin, aynı bizim gibi. Yabancılık çekilmiyor. Empenada dedikleri bizim puf böreğine benzer bir börekleri var. Her yerde bulunuyor. Etli, tavuklu, peynirli, her çeşidi var. Bazıları yağda kızartıyor, bazıları fırında pişiriyor. Biz bayıldık. Çok yedik. Fiyatlar bizden ucuz.
Deri eşyalar çok güzel. Ayakkabı, çanta, ceketler hem güzel hem ucuz. Patagonya’dangelen yün nedeniyle çok güzel kaşmir giyecekler, şallar, atkılar bulunuyor ve onlar da hem güzel hem ucuz. Mutlaka bakılmalı. Başka hiç bir yerde görmediğim kendilerine has çiçek baskılı deri çantalar ve ayakkabılara bayılıyor, küçük bir çanta alıyorum. Kalafate yöresinin çok güzel panço tarzı desenli giyim eşyaları var. Yaklaşık 200 TL civarı. Atacama çölü yerlilerinin dokuduğu desenleri biraz bizim kilimlere benzeyen yaygıları da çok değişik.
Arjantinliler İtalyan-İspanyol-İngiliz-yerli pek çok ırkın karışımı güzel bir millet. Ayrıca karakter ve hayat tarzı olarak bize benziyorlar. Ehl-i keyif, sevimli, güler yüzlü, yardım sever, neşeli insanlar. Biz çok sevdik. Hatta şartlarımız izin verse Buenos Aires’te bir ev alıp burada kış olduğunda yılın altı ayını orada geçirmek isterdim. Onları benimsemek bizim için çok kolay. Bu kadar uzak olup nasıl bu kadar benzer olunduğuna hiç aklımız ermiyor. Hoşuma giden bir şey de çok politik olmaları. Her gün bir yürüyüş var Buenos Aires’te. İşçiler, solcular, hep tepki veriyorlar. Bizim gibi ensesine vur lokmasını al değiller. Birine biz de gidiyoruz, kimse de karışmıyor. Aşmışlar o diktatörlük günlerindeki baskılanmış, korkuya teslim olmuşluklarını ve çektiklerinden çok şey öğrenmişler. Darısı başımıza!
Bir tek beni üzen ve şaşırtan, o güzelim şehrin her tarafına durmadan çöp atmaları. Geceleri her yer çöp yığınları içinde kalıyor. Nehir çöp içinde. O zarif insanlar bunu nasıl yapıyorlar bilmem. Bunu görmek çok üzücü ve anlaşılmaz bir şey bizim için. Mezarlığa gidiyoruz. Çok bakımlı ve gezi yeri gibi. Evita’nın mezarını herkes gidip görüyor, adeta türbe gibi olmuş.
Iguazu şelâlesine adam başı 500 liraya iki gece kalmalı otel, uçak, hem Arjantin hem Brezilya tarafından şelâle turunu kapsayan bir paket alıyoruz. Arjantin çok ucuz. Bu tur mutlaka alınmalı. Ayrıca günübirlik Estanzia (büyük çiftlik) turu alıyoruz. Estanzia Rancodönümlerce arazi üzerine kurulu. Arjantinli atlı kovboyların (gaucho) gösterilerini izliyoruz. Biz gittiğimizde dut mevsimi ve ıhlamurlar açmış. Ağacından dut yiyor, ata biniyoruz. Müthiş bir folk müziği orkestrası var. Hem dans hem müzik, hem geleneksel Arjantin mangalı assado ile rüya gibi bir gün geçiriyoruz.
Şehirde her akşam bir çok konser var. İlk gittiğimiz, Noel yaklaştığı için Noel şarkıları. Biz spor kıyafetlerle gidiyoruz ama gelen Buenos Aireslileri uzun etekler, kürk etollerle görünce kendimizden utanıyoruz. Konser başlayıp Ariel Ramirez’in Misa Criolla’sı çalınmaya başlayınca kulaklarıma inanamıyorum. Bu eseri ilk defa yıllar önce TRT 3 de duyup heyecanla bir yere not etmiş, senelerce aramış, sonunda radyodan kasede kayıt yapmıştım. O zamanlar mahrumiyet yıllarıydı ve internet henüz yoktu. Buenos Aires’in onun da memleketi olduğunu öğrenince her ikisini de daha çok seviyorum. Ernesto Sabato, Tünel romanı ile bu şehri bana görmeden sevdiren en sevdiğim yazarlardandı zaten. Ernesto Che Guevara ise ütopik ideallerine ve insanların refahı ve eşitliğine adanmış hayatı ile yalnız güney Amerika’nın değil bütün dünyanın idolü olmuş bir efsane. Onun uzaklara dalmış keskin bakışlı yakışıklı yüzünü tanımayan yoktur sanırım. Plaza de Mayo’da daha fazla demokrasi için bağıran Buenos Aires’li gençlerle birlikte yürüyüşümüz esnasında, Bolivya’da devrim için savaşırken yoldaşlarının ihanetine uğrayıp CİA tarafından öldürülen Che’nin ruhu bizimle birlikte geliyor.
Klasik müzik ve opera için sokak aralarında pek çok konser salonu bulunuyor. Gelenler de yırtık blue jean ile değil, son derece şık giyinerek, broşlar takarak geliyorlar. Hâlâ bazı şeylere saygı bitmemiş. 1950 lerin Ankara’sı gibi bir şehir. Ben yaptım, oldu n’oooooolmuş yani? demiyor kimse!
Koloni dönemi mimari muhteşem. Geniş bulvarlar, planlı bir şehir yerleşimi, şâhane meydanlar, her meydanda birbirinden etkileyici sanat eseri heykeller, büyük şehir denen olgunun neye benzemesi gerektiğini gösteriyor insana.
Tango seyretmek için turistik yerlerden kaçınmalı. Gene Florida caddesine yakın La Ideal dans salonu var. Rezervasyonla gidiliyor. Orada tecrübeli, yaşlı dansçılar dans ediyor, yetenek ve tecrübenin getirdiği kusursuzluk ve müziğin haşmeti karşısında tüyleriniz diken diken oluyor.
Iguazu turunu aldığımız ajanstan Tigre(Kaplan) nehri gezisi ayarlıyoruz. Şehre 30 km uzakta Venedik gibi kanallardan oluşmuş bir yer. Buraya ilk gelen sömürgeciler yöreye has bir cinsi pumayı görünce kaplan zannedip bu ismi vermişler. Şimdi o hayvan koruma altına alınmış. Burası Plata nehri deltası ve yüzlerce minik adacıktan oluşuyor. Adaların hepsi meskûn. Tüm ihtiyaçlar tekne ile sağlanıyor. Kanallar boyunca malikâneler var. Benzinciler bile teknedeler. Nehir tatlı su olduğundan yeşillik ve ağaçlar nehrin içinden fışkırıyor. Kanallar sokak ve cadde gibi isimlendirilmiş, evler de numaralanmış. Evlerin çok pahalı olduğunu düşünüyoruz ama sular sık sık yükseldiği ve bu şartlarda yaşamak zor olduğundan öyle olmadığını öğreniyoruz. Tekne ile İsidro nehrinde yaklaşık yarım saat geziyor, öğle yemeğini de yüzer lokantada yiyoruz. Sonra trene binip İsidro istasyonunda iniyoruz. Burada güzel düşünülmüş iki katlı turistik bir çarşı yapılmış. Arjantin’e has yerel eşyaların hepsi bulunuyor. Su üstünde güzel bir gün geçiriyor, sonra otobüse binip geri dönüyoruz.
Cafe Homaro Manzi, Carlos Gardel müzesi, Palermo semti hep görülmeye değer yerler. Parklar konusunda ise Buenos Aires şaşırtıcı derecede yeşil bir şehir. O boyutta şehirler arasında yeşil alan açısından dünyada hatırı sayılır bir yere sahip. Bosques de Palermoparkı, içindeki göl kenarında koşanlar, bisiklete binenlerin yürüyüşçülerle yer için yarıştığı büyük ve yetişmiş ağaçları ile çok güzel bir park. İçinde dolaşırken o büyüklükte bir şehrin tam merkezinde olduğunuzu tamamen unutuyorsunuz. Palermo semtindeki Jardin Botanico’yu (Botanik Bahçesi) gezerken güzel heykeller görüyoruz. Bunların biri Saturnalia ama asıl çok etkilendiğim ve sonradan Miguel Blay Fabregas’ın (1866-1936) Los Primeros Friosadlı eseri olduğunu öğrendiğim, ihtiyar adam ve küçük kız kompozisyonu. Daha sonra Santiago de Chile’de Museo de Bellas Artes’igezerken Ernesto Concha Allende’nin (1875-1911) La Miseria adlı heykelini görünce konu ve anlatım olarak benzerlikleri dikkatimi çekiyor. Önce aynı sanatçıya ait sanıyorum, sonra olmadığını anladığımda aynı dönemde yaşamış iki heykeltraşın birbirinden etkilenip etkilenmediklerini merak ediyorum.
Türe göre ayrılmış çok katlı müzik dükkânları inanılmaz zengin. Saatlerce takılıp kalabilirsiniz. Tango ve flamenko cd leri alınabilir. Sokak müzisyenleri her yerdeler. Hem çalıyor, hem cd lerini satıyorlar.
Akşam yemeği saat 22 den önce yenmiyor. Keyif düşkünü insanlar. Sokaklar her saat omuz omuza insan kaynıyor. Caddelere dizilmiş masalarda gün boyu yenip içiliyor. Buradan ABD’ne gidince birden şaşırıyor, ne o nüfus sayımı mı var?! diyoruz.
Ne kadar vasıtaya binilse de yürümek gerekiyor. Rahat yürüyüş ayakkabısı götürülmeli.
Mutlaka hiç değilse sipariş verecek, listede ne olduğunu anlayacak, adres soracak, vitrin ve levhalarda yazılı olanları anlayabilecek kadar İspanyolca öğrenmeli. Buenos Aires’liler İtalyanca’ya benzeyen değişik bir aksanla konuşuyorlar. Mesela LL aslında y okunmalıyken, onlar ş olarak okuyor. Ayrıca son derece hızlı konuşuyorlar. Örnek olarak, Calle Lavalle, (Lavalle Caddesi) Kayye Lavayye olarak okunması lâzımken onlar Kaşe Lavaşe olarak okuyor ve insan ne dediklerini anlamakta zorluk çekiyor. Hep lütfen yavaş! diyerek uyarmak gerekiyor. İspanyolca soru sorunca karşısındakini biliyor zannedip hızlı cevap veriyorlar. Fakat sevimli ve cana yakın insanlar olduklarından her yerde yardım alınabiliyor. Bir süre sonra telâffuzlarına da kulak alışıyor.
Buenos Aires, sayısız büyük meydanları, geniş bulvarları, caddeleri, şık mahalleleri, binaları, çok hoş insanları olan güzel ve özel bir şehir.
On gün kaldıktan sonra, gözümüz arkada Norwegian Crown isimli gemimize biniyor ve 18 günlük Patagonya yolculuğuna çıkıyoruz. Yolculuğun bu bölümü Patagonya notlarında anlatılıyor.
Mendoza
Şili’de pasaportlarımızı çaldırıp ta Amerikan vizesi peşinde Vinã del Mar’da sıkıntı basınca, kanımıza giren Arjantin’i yeniden görmek istiyoruz. 3200 m. yüksekliğindeki Şili-Arjantin Las Libertadores-Horcones sınır kapılarından Şili notlarında detaylı anlatıldığı gibi olaylı şekilde giriş yapıyoruz. Pasaportlarımız çalınmış olduğundan, yeni pasaportlarda Şili’ye giriş damgamız yok ve Şili polisi jandarmadan alınmış tutanağı kabul etmeyip bizi gayet kaba şekilde otobüsten indiriyor, parasını ödemiş olduğumuz otobüs çekip gidiyor. Arjantin polisinin yardımıyla yarım günde işimizi hallediyoruz. Muamele bitiminde Şili polisi bizi yeniden başka bir vasıtaya bindiriyor. Daha önceki otobüse para ödemiş olduğumuzdan yanımızda yeterli Şili pezosu yok. Yeni şoförle polisin konuşmuş olmasına rağmen Şilili şoför yolda bize bakarak sert, sert söylenmeye başlıyor. İspanyolca bilmediğimiz için anlaşmak mümkün değil. Koskoca minibüste düzgün giyimli erkek-kadın pek çok kişi var ama kimse ilgilenmiyor, Aralarında bir tek kişi, gözünü kırpmadan fırlayıp paramızı ödüyor, o da benim daha önce minibüse binerken görünüşünden ürkmüş olduğum uzun saçlı, hırpâni bir genç Arjantin yerlisi. Mapuche mi yoksa başka bir ırk mı bilmem ama çok soylu olduğu muhakkak. İner inmez borcumuzu ödüyoruz. Önce almak istemiyor, teşekkürler ediyor, veriyoruz ama sonra Mendoza’da şans eseri tekrar karşılaşıyor, çok seviniyoruz. Bir şeyler yiyip, içip oturma teklifimizi mahcup ve onurlu bir şekilde kabul ediyor. Elde ahşap yerli kanosu kayak ürettiğini, senede dört-beş tane yaptığını, bu işle geçindiğini öğreniyoruz. Israrlarımıza karşı zorla bir bardak limonata içip gidiyor. Çocukluğumuzda beynimizi yıkayan Tom Miks, Teksas romanlarındaki gerçek kötü adam kimdi acaba?
Arjantin sınır kapısında pasaport kontrolü sırasında orada olan bir Arjantinli, özel arabası ile bizi Mendoza’ya götürmeyi teklif ediyor. Sınır polisinin de teşvikiyle kabul edip biniyoruz. Sonra iki gün bizimle ahbaplık eden bu kişinin, intihar eden 15 yaşında bir kız çocuğuna otopsi yapmak için oraya gelmiş adli tıp görevlisi doktor Jose olduğu ortaya çıkıyor. Sanırım işinin de etkisiyle biraz tuhaf biri. Bizi, tanıdığı insanların oteline götürüyor. Başlangıçta minnettarlıkla karşılıyoruz ama otel kenar-köşe bir yerde ve bizden başka hiç kimse yok! İkinci katta bir odaya yerleştiriyorlar. Karanlık binada boş koridorlardan sesler yankılanıyor. Jose gelip akşam yemeği için bizi alıyor. Biz kendi geleneksel şartlanmamız içinde yemeğe giderken hanımına ne hediye alsak diye düşünürken Jose’nin kendi akşam yemeğini bize ödetmek istediği kısa sürede ortaya çıkıyor! Bizim nezaket zannederek teşekkürle yetindiğimiz araba yolculuğunun sebebi de aydınlanıyor ve iki günlük bizim onu ağırlamamız sonrası “yeter!” diyor, İspanyolca paralamaktan de helâk olduğumuzdan kendi başımıza geziyoruz.
Noel gecesi şehirde tamamen dinsel bir ortam var. Kiliselerde ayinler yapılıyor, ibadet ediliyor, insanlar evlerinde yakınlarıyla yemek yiyorlar. Yabancı için sıkıcı bir durum. Yaşadığımız üst üste gerginliklerden sonra akşam yemeğinde Jose “sizin burada olduğunuzu bilen var mı?” diye sorunca ben paranoya krizine giriyorum! Zaten insan kesmeye alışık, o boş otelde bizi kesip soyacaklar, cesedimizi And dağlarında akbabalar yiyecek diye senaryo yazıyorum! Otelde sıcaktan ve stresten Dündar’ın tansiyonu da yükselince oda kapısının önüne eşya yığıp, sabaha kadar gözümü kırpmadan kâbus gibi bir gece geçiriyorum. Tabii sabah güneşiyle her şey normale dönüyor, Jose otelden bizi alıp deprem müzesine götürüyor, vedalaşıp ayrılıyoruz ve hâlâ birbirimize yeni yıl mesajları gönderiyoruz. En son mesajında Türkiye’de iş olanaklarını soruyordu!
Mendoza And dağlarında, 780 m. yüksekte, yakınında nehir, göl her türlü güzellikler olan küçük bir şehir. En önemli özelliği, 7000 km.lik uzunluğu, 200-700 km. arası genişliği, ortalama 4000 m yüksekliği ile dünyanın en uzun dağ silsilesi olan And dağlarının en yüksek zirvesi ve Himalayalardan sonra dünyanın en yüksek dağı olan 6962 m.likAconcagua’nın burada olması. Üzerinde resmi olan bir t-shirt alıyor, ben burayı gördüm diye iftiharla giyiyorum. Çarşısı güzel, trafiğe kapalı Peatonal denilen bölgede şık kafelerde dışarıda oturuluyor. Güzel parkları var. Cerro Gloria (Zafer tepesi) denen yüksek bir tepede zafer anıtı bulunuyor. Şehir kuş bakışı görünüyor ama o kadar canımız sıkkın ve hava o derece sıcak ki tırmanırken öleceğimizi sanıyoruz. Noel günü sıcaklık 40 derece.
Mendoza deprem bölgesi.1861 de 7.2 şiddetindeki depremde yaklaşık 10.000 kişi ölmüş. Unutmamak için bir anıt dikmişler. Bizim gibi Adapazarı depremini göbeğinde yaşayanlar bunun nasıl bir felâket olduğunu iyi anlıyor. Noel gecesi onca gerginliğe ilâveten bir de depremi düşünüyoruz. Şimdi olurmuş, Adapazarı’nda kurtulup, dünyanın öbür ucuna gelir burada gidermişiz! Olur, olur..
Neyse ki olmuyor, dönüp geliyoruz.
Tabiat güzelliği; 10/10
İnsanların genel karakteri ve turiste muamelesi; 8/10
Türk insanına (varsa) tavrı; 9/10
Sanat, kültür, mimari; 10/10
Güvenlik; Dikkatli olup bazı yerlerden uzak durulursa 8/10
Kişisel ilginçlik katsayısı;10/10
Bir daha gider miyim? Her zaman, hatta dönmem kalırım bile!!!