Karavanla Samsun’dan Artvin’e, Hayret Verici Güzellikteki Karadeniz

0
1814

2008 yılı, Ağustos’un ortası geliyor, köyde bir türlü işler bitmediği için Karadeniz yolculuğumuza çıkmamız sürekli ertelenerek bu tarihi buluyor. En sonunda Doğu Karadeniz’de havanın bozacağı korkusuyla işleri yarım bırakıp bir sabah çekme karavanımızla yola çıkıyoruz. Sapanca-Gerede-Çerkeş-Samsun güzergâhıyla Karadeniz sahil yoluna iniyoruz. Hiç durmadan Hopa’ya kadar yol alıp, Hopa’dan Borçka’ya doğru tırmanmaya başlıyoruz. Niyetimiz, Macahel’de hava bozmadan Artvin ve civarını görmek, Kaçkar’lara çıkmak. Oraları görüp bitirdikten sonra batıya doğru gelmek.

Akarsular, orman, çay tarlaları

Hopa’dan Borçka’ya çıkarken yol boyu çay tarlaları var. Harika manzaralı bir yol, arkada Karadeniz. Çay hasadı yapılıyor. Borçka’ya girmeden Macahel’e sapıyoruz. 3414 m.lik Karçal dağı Borçka ilçesinin en yüksek dağı. Bu ilçe Doğu Karadeniz’in tipik tabiat yapısını yansıtıyor. Tamamı yükseltilerden oluşmuş, ova ve tarım arazisi hiç yok. Çoruh’un güneyinde yaklaşık 2000 metre yüksekliğinde Balıklı Dağı Cankurtaran Geçidi’nde Karayolları binasında mola veriyoruz. Burada yolun hemen kenarında çok şaşırtıcı şekilde on iki ay hiç erimeyen bir buzul var. Ağustos ayında biz gittiğimizde de orada. Rastladığımız yöre insanlarına Camili köy yolunu sorup, karavanla gidilemeyeceğini öğreniyoruz. Karavanı orada bırakıyor, arabayla yola devam ediyor, kısa zaman sonra yolun halini görünce ne kadar isabet ettiğimizi anlıyoruz.

Balıklı Dağı-Cankurtaran Geçidi

Camili; Gürcistan sınırındaki son köy. Macahel veya Macaheli, Gürcüce çukur, kuyu anlamına gelen bir kelime ve bir bölümü Gürcistan’ın Acaristan özerk bölgesi, bir bölümü Artvin ili sınrlarında olmak üzere 18 köyü kapsayan el şeklinde büyük bir vadiden oluşuyor. Türkiye sınırlarında kalan Yukarı Macahel, Camili yöresi olarak da biliniyor. Bölgede pek çok akarsu var ve tamamı 30-40 m. yüksekliğinde el değmemiş lâdin ormanlarından oluşuyor.  Bölge biosfer koruma alanı ilân edilmiş ve hiçbir şekilde ne tarımda, ne balcılıkta, ne hayvancılıkta ilâç ve sun’i gübre kullanımına izin verilmiyor. Tema vakfı Camili’de bir istasyon ve pansiyon kurmuş. Gitmeden mutlaka yer ayırtmak gerekiyor. Buradan çok kaliteli organik bal bulmak mümkün. Ayrıca hiç korkmadan karakovan balı (genellikle ıhlamur ağacından boru şeklinde kesilip oyularak yüksek ağaçlara yerleştirilen ve içine arıların kendiliğinden yaptığı doğal kovanların balı) da mevsimine göre bulunup alınabiliyor. Camili’de diğer üreticilerden de sertifikalı bal, özellikle kestane balı bulunabilir.

Camili-Macahel

Bölge tek kelimeyle muhteşem. Bu kadar nefes kesen ormanı daha önce ne Patagonya’da, ne Rusya’da gördük. Bazı bölgelere hâlen insan ayağı girmediği söyleniyor. İklim ve insan kalitesi bence en büyük şansı. Akdeniz’de olsa şimdiye kadar çoktan yanmış, yerine beton tatil siteleri yapılmıştı. Kaldığımız pansiyoncunun üniversite öğrencisi oğlunun rehberliğinde orman içindeki Maral şelâlesine gidiyor, yeni yağmur yağdığı için arabayı normalinden önce bırakmak zorunda kalıyor ve orman içinde gidiş dönüş altı saat yürüyoruz. Antrenmansızlığın ve sonradan öğreneceğimiz gibi hastalanmakta olmanın etkisiyle perişan vaziyette, neredeyse sürünerek, karanlıkta otele dönüyoruz.

Borçka Karagöl; Küçük bir iskele ve sandal var ve sadece bu bölümde insan izi olan müthiş bir göl. Atmosferiyle insanı çarpıyor.  Beş km’lik bozuk bir yolla gidiliyor. İnsan bu bölgedeki yolların yapılmasını istemiyor çünkü bozuk yol ister istemez gidilen yeri koruyor, yozlaşmasını engelliyor. Ben Camililerden özür dileyerek, kışın yollarının bundan sonra da kapalı kalmasını tercih ettiğimi söylüyorum. Aksi takdirde böyle akvaryumda yaşar gibi kalmalarının mümkün olmayacağına inanıyorum. Nitekim Şavşat Karagöl’de çok güzel olmasına rağmen bir piknik mekânı olmuş ve et kokuları ve asfalt çevre yolunda park etmiş otomobiller arasında bu etkileyici atmosferden eser kalmamış. Maalesef biz tabiatı Amerikalıların yaptığı gibi koruyamıyoruz. İnsanımızın girdiği yerde tabiat gidiyor. Buna en iyi örneklerden biri Tortum Yedi Göller. Hem küçük gölleri hem akarsuyu ile harika bir yer olabilecekken derme çatma lokantalar, alabalık çiftlikleri, her tarafa ve özellikle göllere atılmış çöplerle üzüntü kaynağı haline geliyor, bir fotoğraf çekebilmek için çöpsüz bir kare bulmak için uğraşıyorum. Tortum Şelâlesi de ayni şekilde her tarafı betonlanmış hali ve dört bir tarafındaki merdivenlerle kafese kapatılmış aslana benziyor. Ayrıca suyu iyice azalmış olduğundan ip gibi akıyor. Neredeyse yok olmak üzere. Yani yaşlanmış ve yaralı bir aslan. Onca merdiveni tırmanıp, inip şelâleye ulaştığınızda, “yok canım, bu değil herhalde”hissi duymamak mümkün değil. Biz Türkler neden suya çöp atarız ya da kanalizasyon bağlarız diye düşünüyorum. Ya da göllerimizi DSİ sulama projeleriyle kurutup bataklığa çeviririz. Veya şahane sahillere beton siteler kurarız. Orta Asya’da su yoktu da nasıl davranacağımız genlerimize yazılmadı mı acaba?

Tortum-Yedi Göller

Artvin-Erzurum yolunda Çoruh kenarında yol alıyorsunuz, adamın biri nehir kenarına ev yapmış, evin az ilerisine de tam suyun üzerine, ayaklar üstünde tuvalet inşa etmiş. Altı açık. Üstten ihtiyaç gideriyor, alttan nehre gidiyor. O nehir olmasa ne yapacak? Foseptik çukuru kazacak ama onu yapmıyor, nehrin içine yapıyor. Amerikalı ve Avrupalı, bulduğu bir yudum suyu nasıl değerlendireceğini bilemiyor da bizim millet neden bunu yapıyor diye bilim insanları araştırsa diyorum belki DNA’mızın bir yerlerinde bir defo çıkar da onu suçlar rahatlarız!

Borçka ; İçinden Çoruh geçiyor, tabiat olarak harika fakat sekiz on katlı fevkalade sakil binalara ruhsat vermişler, çok güzel bir yer olabilecekken o kadar çirkin ve plansız büyümüş ki, ne nehir kenarı tanımışlar ne şehir merkezi. Belediyecilik sıfır.

Borçka-Karagöl

Ardanuç ; Medeni, düzgün küçük bir kasaba. Girişte meşhur Cehennem kanyonu var. Etkileyici bir yer, mutlaka görülmeli. İsrailli turistler gruplar halinde geliyorlar. Artvin’e nedir bu ilgileri bilmem. Buraların su bolluğunu düşünürsek gizli niyetleriyle ilgili şüphelenmedim desem yalan olur!

Ardanuç-Cehennem Kanyonu

Şavşat ; Çok yeşillik, hiç böyle tahmin etmezdim. Şavşat Karagöl’e gittik, özellikle rengi çok güzel ama yerli turist arttıkça özelliği kayboluyor.

Şavşat

Yusufeli “Çoruh rafting” yapmak için Yusufeli’ne gelip “Green Peace” Camping’e yerleşiyoruz. Neyse ki yolda Tema vakfıyöneticisi Nihat Gökyiğit ve onunla birlikte gelen Rotary grubuna rastlıyoruz da bize katılın diyorlar yoksa iki kişi ile bir organizasyon mümkün olmayacakmış. Hemen gruba katılıp, mayolarımız kampta olduğundan üstümüzdeki kıyafetlerle rafting yapıyoruz. Bir gece önce yağmur yağdığı için Çoruh daha önce gördüğümüz boncuk mavisi rengini kaybetmiş, sular ürkütücü şekilde çamurlu görünüyor. Düşme ihtimalini düşünmek bile zor. Yaptığımız biraz cahil cesareti olmuş, mantıklı düşünüldüğünde pek kolay girişilecek bir iş değilmiş aslında, sonradan fark ediyoruz. Kimi zaman eğlenip, kimi zaman ürkerek yaklaşık yarım saat-40 dakika süren heyecanlı yolculuktan sırılsıklam olarak kampa dönüyoruz. Akşam Dündar 40 derece ateşleniyor. Sudan üşüdük derken  sabah kötüleşiyor, ishal başlıyor. Eczane aramaya çıkıyor ve şans eseri rafting firması sahibi Sirali beye rastlıyorum. Hastalığın üşütme değil yörede salgın olan daha ciddi bir şey olabileceğini söyleyince acil hastaneye kaldırıyoruz. Benim paniğim sırasında Green Peace Camping sahibi ve yerli-yabancı turistler çok yardımcı oluyorlar, Campingin arabasıyla, Devlet Hastanesi’ne kaldırıyoruz. Yusufeli Devlet Hastanesi’ne burada teşekkür borçlu olduğumuzu söylemek isterim. Son derece temiz ve düzgün bir hastane. Orada böyle bir hastane ile karşılaşmaktan çok memnun oluyoruz ve iftihar ediyoruz. Acilde genç ve ne yaptığını bilen Karadenizli bir doktor var. “Dizanteri”diyor. “Neeeeee?!!!” diyorum. Aklım başımdan gitmiş. O sabah bende de ishal başlamış. Hiç önemser bir tavır takınmadan Yusufeli’nde çok salgın olduğunu söylüyor. “Siz de antibiotiğe başlayın hemen” diyor. Akşama kadar dört serum vererek ancak gözlerini açıyorlar ve ilâçlarımızı verip taburcu ediyorlar. Ateş düşüyor ama mide bulantısı, iştahsızlık, ve ishal daha on gün sürüyor. O hâlle yolculuğa devam ediyoruz.

Yusufeli-Çoruh Rafting

Rafting işini ciddiye almak lazım. Baharda su fazlayken daha riskli, mutlaka sertifikalı, eğitimli kişilerle yapmak gerekli, şakası yok, pek çok ölümlü kaza olmuş. Üstelik Çoruh’un huyu kötü, ölüsünü de alıp gidiyormuş insanın, bir yere saklıyormuş, kimse bulamıyormuş bir daha. Raftingin eğitimi de yurt dışında veriliyor. Bildiğim kadarıyla henüz bizde veren bir merci yok. Bize söylenen; mutlaka çift bot ile yapılması gerekliymiş. Birinde raftingciler olacak, diğeri kenarı fileli (düşenin tutunabilmesi için) cankurtaran botu olacak. Bu botun içinde güçlü, kuvvetli, eğitimli cankurtaranlar olacak ve diğer botun yanından gidecek. Rafting yapacağınız firmada bu ekipman yoksa hemen vazgeçin dediler. Biz Allah’a emanet yapmışız ve neyse ki düşmemişiz ama bir daha asla!

Yusufeli-Kaçkarlar

İşhan Kilisesi; Artvin civarında Gürcü’lerden kalma pek çok ortodoks kilisesi var. Bunların hemen hepsini gezdik. Çoğunun yolları çok kötü ve çok zor yerlerdeler. Beş km gitmek için saatler harcıyorsunuz. Bazıları gittiğinize değiyor, bazıları değmiyor. Ama İşhan mutlaka görülmeli. Yusufeli’ne yakın ve çok iyi durumda.

Artvin’i görmeden önce en doğuda, çok tutucu bir il zannederdim. Gittikten sonra ne kadar yanıldığımı anladım. Bir kere lâz zannediyordum, değiller. Gürcü ağırlıklı bir etnik köken var. Değişimin ilk emareleri Hopa’da görülüyor. Akşam bir asmalı çayhanede çay içiyoruz. Etraftaki insanların Marmara bölgesinde, özellikle Sapanca’da çoktandır unuttuğumuz kadar medeni ve çağdaş görünüşlü olması dikkatimizi çekiyor. Yanlarında bir büyük olmadan gelmiş orta okul yaşında çocuklar çok temiz ve terbiyeliler. Akşam geç saat olmasına rağmen genç kızlar yalnız başlarına askılı bluzlarla sokakta yürüyorlar. “Acaba diyoruz Karadeniz bize anlatılan gibi tutucu değil mi?”Ama asıl büyük şok Camili’de oluyor. Bal satan küçük bir dükkâna giriyoruz, karşımıza saçı, başı, kıyafeti ve davranışı ile ancak Nişantaşında rastlayabileceğiniz tipte bir genç kız veya delikanlı çıkıyor. Soruyorsunuz, hepsi ya İstanbul, ya Ankara, ya İzmit, bir yerde lise veya üniversite okuyorlar. Hepsi, genç-yaşlı, son derece uygar ve güler yüzlüler. Artvin şehir merkezine geliyoruz, aynı şey burada da geçerli. Sabah gazete alacağım, bakkala giriyorum, karşımda üniversiteli gibi bir bakkal, benzinciye gidiyoruz, aynı şey. Kaç-göç yok. Kılık, kıyâfet düzgün. En sonunda Tema Vakfı’nın Artvin merkezindeki bal mağazasında, dünya tatlısı kızıl saçlı güzel Ayşe Hanım’a soruyorum; “Nasıl bir il burası, doğunun en doğusunda nasıl insanlarsınız siz, nasıl böyle tipleriniz Avrupalı gibi, hiç mi karışmadınız, en basit işte bile düzgün, çağdaş insanlar mı çalışır?”  Gözleri parlıyor, “evet diyor, başka illerden kimseyi bu il kabul etmiyor. Ayrıca okuma oranı çok yüksek ve Artvinli olma bilinci var. Buna ilâveten başka yere gitse de Artvinli, Artvinli kalıyor. Artvin’de olduğundan çok daha fazla Artvinli Bursa’da ve İstanbul’da yaşıyor ve Artvinli memleketine sahip çıkıyor, tatillerde olsun geri dönüyor.”

Hopa-Sarp Sınır Kapısı

Tabii kış boyu yolların kapanıp Camili’nin hastalarının sınırdan Gürcistan’a geçtiğini unutmamak lazım. Camili’nin, sayısı çok az kalmış ihtiyarlar korosunun tarlada çalışırken muhteşem çok sesli müzik yaptığını ve buna “türkü söylemek!” dediğini de. Bu yaşlılar korosunun biz oradayken konseri var ve Camili’de bulunan yerli-yabancı turistler ilgi ile izliyorlar.

Artvin, çevresi ile birlikte o kadar güzel bir il ki, Akdeniz’le yarışır. Buralıların burada geçinemeyip göç zorunda kalması ne kadar yazık! Benim kızım yok ama bir gün bir tanıdığım “kızımı bir Artvinli istiyor” derse “hemen ver!” diyeceğim.

Kaçkarlar; Daha genç ve fit olsak Yusufeli-Ayder arası sekiz saatlik Kaçkarlaryürüyüşünü yapacağız ama bu yıl hiç kendimizi buna hazır hissetmiyoruz hele de dizanteriden sonra! Önce Yusufeli tarafından, Sarıgöl, Barhal, Yaylalar, Olgunlaryakasından zirveye yaklaşıyoruz. Yarım saat kadar yürüyor kendimizi zirve yürüyüşü yapmış gibi hissediyoruz!  Sonra öbür yakadan yaklaşmak için bütün geldiğimiz yolu Borçka üzerinden Hopa’ya geri dönüyoruz.

Ayder; Sahilden gelirken Ardeşen’den sonra tekrar yukarı sapıyoruz. Karavanı Ayder’de Fırtına deresinin kenarına yerleştirdikten sonra bu sefer yolculuk Yukarı Kavronyaylasına. Minibüse biniyor, otuz santim çapındaki kayaların üstünden hoplaya, zıplaya, ışık sızmayan ormanları ve yarım metrelik dereleri geçerek, içimiz dışımıza çıkmış, artık varma ümidini kaybetmek üzereyken 2300 m. yükseklikteki Yukarı Kavron yaylasına varıyoruz.  Aşağıdaki sıcaklıktan burada eser yok.  Şahin kafeterya’ya canımızı zor atıyoruz çünkü şakır şakır yağmur yağıyor. Tepeler sisler altında kaybolmuş halde. Zirve bulutlara gömülmüş. İçeride yanan soba hoşa gidiyor. Kavron’a kış gelmiş bile. Üç-dört saat çay içerek oturmayı takiben bizi getirdikten sonra yatıp uyuyan şoföre ne zaman geri gidecek diye yalvarmaya başlıyoruz çünkü yağmurun kesilmeye niyeti olmadığı gibi sisten göz gözü görmüyor. Akşama doğru gönlü oluyor da bizim gibi mahsur kalmış bir kaç yabancı turistle birlikte geri dönüyoruz.

Yukarı Kavron Yaylası

Ayder epeyce turistik olmuş. Yusufeli’de kampta tanıştığımız Hollanda’lı bir çift Trabzon Uzun Göl’e gideceğimizi söyleyince ”aman sakın gitmeyin” dediler. Eski halini biliyorlarmış, şimdiki halini de görmüş ve çok üzülmüşler. Biz de onları dinleyip gitmedik. Ayder de bu gidişle oraya benzeyecek ama tabiat muhteşem. Orman, dereler hâlâ nefes kesici.

Ayder Yaylası-Fırtına Deresi

Bir de “Lâz kadını” denen bir fenomen var ki müthiş!. Çift örtüyle yapılan harika bir baş bağlamaları var. Bana da öğrettiler. Sırf süs olsun diye yapıyorlar, örtünmeyle hiçbir alakası yok. Yaşlı kadınlar her yerde kendi kendilerine, elinde çantası, torbası, otobüse, minibüse biniyor gidiyor. Erkeklere de gençlere de ihtiyaçları yok. Aldırdıkları da yok zaten. Kimseye aldırmadıkları yürüyüşlerinden, oturup, kalkışlarından, dimdik duruşlarından o kadar belli ki, bayıldım. Çok da neşeli ve matraklar ayrıca! Genç kızlar başka bir âlem. Gayet zeki, kişilikli ve güvenliler. Yukarı Kavron’da o gün saatlerce muhabbetlerini, tavırlarını gözlemlediğim, bazen katıldığım yayla kadınları, İstanbul’da tanıdığım pek çok üniversiteliyi cebinden çıkarır. Sırrı nedir, hamsi midir bilmem!..

Lâzlar, yemekleri, müzikleri, oyunları, kıyafetleriyle tam bir Kafkas ırkı. Gürcistan’da da pek çok Lâz köyü varmış. Pontus-Rum yakıştırmaları yapanlar güncel politika dışında neye dayanıyor bilemiyorum.

Çamlıhemşin ; Gene inanılmaz bir tabiat. İlçenin kendisi küçük, gösterişsiz fakat orman içinde Zilkale çok etkileyici bir yer. Mutlaka görülmeli. Zaten Karadeniz için bu kadar uzun yazı yazmaya gerek yok kısaca her taraf MUTLAKA GÖRÜLMELİ!!! Deyip bitirmek lazım.

Çamlıhemşin-Zilkale

Bu arada yolculuk üçüncü haftasını tamamladığından artık dönüşe geçiyor ve hızlanıyoruz.

Sümela Maçka Coşandere Motel’de karavanımızı park ediyor, iki gece kalıyoruz. Bu arada Sümela manastırına gidiyoruz. Sümela, hakkında çok şey duymama rağmen beni konumu itibariyle hayal kırıklığına uğratmayan nadir yerlerden. Fakat müthiş tahribata uğramış maalesef. Restorasyon da çok acemice yapılıyor ama  orman içinde uzaktan ilk görüldüğünde insan gözlerine inanamıyor gerçekten.

Sümela Manastırı

Gümüşhane ; Kendine has, ilginç bir şehir. Eski şehir yüksekte ve yeşillik. Buranın en ilginç yeri, evlerin arasındaki camisiz minare! Eski şehir yenisine tepeden bakıyor. Gümüşhane Köme (cevizli sucuk) ve pestilleriyle meşhur. Gümüşhane’ye onbeş km kala Karaca (Masura) mağarası var. Bu mağara 1983-90 yıllarında aslen bu köyden olan jeoloji mühendisi Şükrü Erüz tarafından tesadüfen bulunarak turizme kazandırılmış, henüz tam keşfedilmemiş, çalışmaların devam ettiği müthiş bir mağara.

Gümüşhane-Karaca Mağarası

Hamsiköy ; Zigana geçidine gelirken sütlâcıyla meşhur Hamsiköy’de mola veriyor ve fırında sütlâcımızı yiyoruz. Ben pek normal sütlâçtan farkını anlamadım doğrusu!

Zigana Geçidi ve Köyü ; 2032 m. yükseklikteki 1702 m. lik Zigana Tünelini geçince birden hava değişiyor. Puslu Karadeniz iklimi, yerini güneşli ve sıcak orta Anadolu iklimine bırakıyor. Tüneli geçer geçmez Zigana köyünde Güneş Sanat evi tabelası dikkatimizi çekiyor. İlgilenip gidiyor ve ilginç bir sanatçı olan Azmi Aytekin ile karşılaşıyoruz. Benim de sanatla uğraştığımı söylüyorum. Orada bulduğu bir kağıt ve tükenmez kalemi veriyor, küçük bir portresini çiziktirip, hatıra bırakıyorum.

Zigana Tüneli ve Güneş Sanat Evi

Vakit yetersizliğinden bu seferlik pek çok yerin sadece içinden geçip gitmekle yetinip, bir daha, bir daha gelmek üzere Karadeniz’i arkamızda bırakıp dönüyoruz. Bu doğal güzelliğini hiç bir zaman kaybetmemesi için dualar ederek.

Şehirler

Tabiat güzelliği; 10/10

İnsanların genel karakteri ve turiste muamelesi; 9/10

Güvenlik; 9/10

Kişisel ilginçlik katsayısı;10/10

Bir daha gider miyim? Tekrar, tekrar giderim.

CEVAP VER

Please enter your comment!
Please enter your name here