22.03.14 Cumartesi sabahı Amerikan Virgin Adaları St.Thomas-St.John ve St.Croix’den biri olan St. Thomas Adası’nda başkent Charlotte Amalie’ye demirliyoruz.
Gemi Crown Bay Limanı’na bağlanıyor, öbür liman olan, Yacht Haven Grande’de “Norwegian Gem” gemisi daha önce bağlanmış. Hava çok sıcak ama kuvvetli esinti olduğundan bayıltmıyor. Ada diğer adalar gibi deniz ve tatil adası olmakla ünlü fakat plajlara gitmiyor, şehri dolaşıyoruz. İlk izlenim; çok parıltılı ve etkileyici olmadığı üzerine. Arazi Madeira’yı hatırlatmakla birlikte, ne orman ne de binalar oradaki kadar çarpıcı. Çarşı merkezinde New Orleans Bourbon Street’de gördüğümüze benzer Georgia stili ferforje balkonlu küçük güzel binalar var. Yeşil tropik bitkiler, palmiyeler, begonviller, don korkusu olmadan alabildiğine büyümüş, serpilmişler. Sıcak sever bitki çeşitleriyle zenginleşmiş dar sokaklar, kafeler, restoranların bulunduğu, herkesin dışarılarda oturduğu kuytu geçitler turist kalabalığının cazibe merkezi. Hediyelik eşya, bölge haritaları, eski sömürge dönemi resimleri ve fotoğrafları, yerel süs eşyaları dükkânlarının bulunduğu kemerli pasajlar, özellikle tanzanite gibi yerel kıymetli taşlardan oluşan mücevher satıcıları çarşıda sıralanmışlar. İnanılmaz sayıda kuyumcu var. İlk bakışta fiyatların hiç de ucuz olmadığı dikkatimizi çekiyor ama turistler ilgilerini esirgemiyorlar. Adanın cazibe merkezleri bir kaç tane. Daha ziyade deniz sporları, dalış, şnorkel, mercan keşfi, surf, kano turistlerin başlıca ilgi merkezi. Bir kaç tane beyaz kumlu plaj var. En meşhurları Magens Bay. Önce çarşıya bakıp, sahildeki yürüyüş yolundan Haven Grande Marinaya yürüyoruz. Deniz epey bulanık, dalgalı ve çok temiz görünmüyor. Sahilde demirlemiş çok sayıda tekne var. Marina Marmaris Netsel mimarisine benziyor. Çok şık ve parlak değil ama güzel. Şehir mütevazı ve biraz bakımsız görünüyor. Yeni binalar çirkin ve basit. Marina’da tüm çalışan kadınlar sabah hep birlikte müzikle aerobik yapıyorlar. Yerlilerin en şişmanlarının bile müzik ve dansa yatkınlığı, beyazların bilgi ve deneyim olarak daha usta bile olsa vücutlarının kazık gibi olması dikkat çekici. Bu arada yerli kadınlar epey koyu renkli ama bakımlı ve güzeller. Amerikan zencisi gibi değiller ama nüfusun çoğu fazla kilolu ve hatta obezlik sınırında denebilir. Çarşıyı dolaşıp, bir Kafe’de oturuyor, prensibimizi bozarak birer soğuk kola içiyor, İnternet’e giriyoruz.
Bu adaların tarihi de bölgedeki diğer yerlerden farklı değil. Colomb 1493’de geldiğinde geniş çiftliklere sahip savaşçı yerli kavim Karipler’le karşılaşır. Onbir bin şehit bakire ve Azize Ursula anısına Virgin adaları adını verir. İspanyollar ilk iş bu yerli nüfusu 1555’te temizlerler. Daha sonra İngiliz ve Fransız göçmenler ile birlikte korsanlar teslim alır. Malta Şövalyeleri, Fransızlar, İngilizler, Batı Hint Kumpanyası derken, Danimarkalılar ele geçirip önce mahkûmları, 1673’ten sonra Afrikalı köleleri kullanarak şeker kamışı yetiştirirler. St. Thomas önemli bir köle pazarına dönüşür. 19.yy başlarında iki köle ayaklanması ile zaten önemi azalmış olan şeker üretimi sarsılır. Kölelik 1848’de kaldırılır. 1917’de ABD 25 milyon dolara adaları satın alır. 1927’de halka vatandaşlık hakkı veriliyor. 1945’ten sonra turizmin gelişmesiyle dünyada tanınıyor ve önem kazanıyor.. Halen Amerikan devletinin parçası. Eskiden korsan yatağıymış, İngilizler korsan Sir Francis Drake’i göndermişler. O savaşarak diğerlerini temizlemiş. “Drake’s Seat” denen yer, Magens Bay plajına yukarıdan bakan bir bank. “Mountain Top” ise “Magens Bay” plajına ve tüm şehre yukarıdan bakan bir yüksek tepe. Burada da manzaralı lokantalar ve hediyelik eşya satanlar var. Sahilden bindiğimiz taksinin Roy isimli efendi şoförü, bize bilgi de vererek Drake’s Seat ve Mountain Top’u gösteriyor, fotoğraf çekiyoruz. Sonra aşağıya inerken yol üstünde limana bakan yüksek bir yerden şehir ve limana panoramasını izliyoruz. Sonra bizi eskiden korsanın kalesi olan, şimdi otel olarak kullanılan manzaralı, taş kuleli tarihi “Blackbeard’s Castle”’a götürüyor. Havuzlu, heykelli bu ilginç yeri gördükten sonra “99 basamak” denen merdivenlerden fotoğraf çekerek şehre iniyoruz. Tarihi postaneye bakan Park’ta otururken çiftleşmek için birbirini kovalayarak ağaçtan aşağı düşerce inen iki kocaman iguana bizi korkutuyor. Resimlerini çekerken üstümüze gelmeleri üzerine aceleyle korkup kaçıyoruz. Özellikle erkek korkutacak kadar büyük. Dönüp postaneyi geziyoruz, çarşıyı tekrar dolaşıyoruz ve gelen bir shuttle bus’a binerek gemiye dönüyoruz.