Alaska’da iki valize ilâveten bir de büyük boy tekerleksiz çanta aldığımızdan bagaj adedi üçe çıkmış durumda ve Çin’de tren istasyonlarında genellikle yürüyen merdivene rastlanmadığından, trenden inip taksiye bininceye kadar eşyalar epey sıkıntı veriyor. Bagaj arabaları henüz Çin’e uğramamış. Bazı istasyonlarda hamal bulunuyor ama eğer yoksa eşyanızı kendiniz taşımak zorundasınız. Yaşımıza hürmeten yardım teklif eden, tüm seyahat boyunca sadece iki kişi oldu. Biri bir genç kızdı, diğeri yurt dışında yaşayan orta yaşlı bir erkek. Genç Çinliler dirsek atıp geçiyorlar. Hatta kalabalıkta yavaş hareket ederek onları engelliyorsanız, bir de kızıp söyleniyorlar.
Yichang’da valizlerimizi alıp trenden iniyoruz. Yakındaki otobüs terminalinden kalkan bir otobüsle dört saat süren bir yolculuktan sonra Vuchan’a geliyoruz. Sarı nehirde küçük gemilerle tur düzenleyen birkaç acente olduğunu biliyoruz. Hatta bu gemilerden en iyisi denilenin adını da kaydetmiştik. Terminal binasının içinde bir tur acentesi görünce şehirde aramak gerekmeyeceğine sevinerek hemen içeri giriyoruz. Akşam oluyor ve bir an önce gemimizi bulup yerleşmek istiyoruz.
Her zamanki gibi bürodaki kızların hiç biri Çince dışında bir kelime yabancı dil konuşmadığından, bir yere telefon ederek kendilerinden biraz daha iyi bilen bir başka kızı çağırıyorlar. Yarı konuşup, yarı işaretleşerek bin bir mücadele ile o gece kalkan bir gemiden yer ayırtıyoruz. Gemilerin hepsinin aynı kalitede olduğunu, zaten o mevsimde sadece birkaç tane geminin seferde olduğunu anlıyoruz. Yerimizin birinci sınıf, gezinin rehberli olduğunu en az beş kere teyid ettikten sonra (Çin hakkında artık iyi-kötü fikrimiz olmuş durumda) parayı ödüyoruz. Sadece gemi gece kalktığı ve biz Vuchan’dan bindiğimiz için meşhur “Three Gorges” barajını ancak gece görebileceğimiz ortaya çıkıyor. Yeniden otel arayıp, sabah tekrar toplanmak zahmetinden kaçınmak için mecburen razı oluyoruz. Kendi indiğimiz geminin hayali henüz taze olduğundan, onun standartlarında bir şey olmasa da en az lokantası olan, üç öğün düzgün yemek yiyebileceğimiz, lüks değil ama konforlu bir yolculuk ümit ediyoruz. İlk sürpriz, geminin yemeksiz olduğunu öğrenmemiz oluyor. Bütün itirazlarımıza karşı gene tüm gemilerin ve şirketlerin birbirinin aynı olduğu şeklinde cevap alıyoruz.
Alelacele yakındaki bir marketten yiyecek bir şeyler satın alarak otobüsle yaklaşık bir saatte geminin bağlı olduğu limana varıyoruz. Yolda hava kararıyor. Gemiye girdiğimizde artık çoktan akşam olmuş.
İkinci sürpriz, rehberin sadece Çince konuştuğunu öğrenmek ve ayrıca hayretle fark ediyoruz ki yolcuların tamamı gemiyi araç olarak kullanarak bir yerden bir yere seyahat eden normal vatandaşlar. Geminin turistik olma gibi bir iddiası da bulunmuyor. Koca gemide bizden başka yabancı sadece genç bir İngiliz ile karısı Çinli olan bir Yeni Zelandalı var. Yeni Zelandalının Çinli karısı sayesinde otobüste yol boyu hiç nefes almadan konuşan rehber kızın gemi, odalar, anahtarlar, ertesi günün programı gibi bilinmesi gereken konularda neler söylediğini özet olarak da olsa öğreniyoruz. Ortama o kadar yabancıyız ki çocuklar gelip bizimle resim çektirmek istiyor, tuhaf bir yaratık görmüş gibi bakıp gülüyorlar.
Yemek için başımızın çaresine bakmak zorunda kalınca Çin’de bu işin ne kadar zor olduğu iyice ortaya çıkıyor. Büyük şehirlerde lokantalarda iyi-kötü kendi yiyebileceğimiz bir şeyler buluyorduk. Hiç değilse et yiyemesek bile çorbalar, pilavlar fena değildi. Kereviz sapıyla pişirilmiş acılı tavuk gibi lezzetli yemekler de vardı ama Yangtze boyunda ve gemide bu imkân da ortadan kalkmış durumda.
Gemide küçük bir market var ve her yerde olduğu gibi peynir diye bir ürünün varlığından bile haberleri yok. Sadece Beijing’de yabancıların alışveriş ettiği büyük marketlerde çedar bulunuyordu. Chengdu’da büyük bir Carrefour vardı ama peynir oraya da uğramamıştı. Ekmek de hiç yemediklerinden bulmak çok zor. Ancak büyük şehirlerin modern semtlerinde rastlanabilen pastanelerde, tost ekmeği-Paskalya çöreği arası bir şey var, o da herşey gibi tatlı. Tuzlu krakerler bile aynı zamanda tatlı! Şekersiz hiçbir şey yok. Fıstıklar, kestaneler, ceviz ve fındıklar büyük kaplarda, üstten kuru şeker dökülerek kavruluyor ve hepsi tatlı olarak yeniyor. Üzümler bile tane halinde ağdaya daldırılıp, sepetler içinde yapış yapış satılıyor.
Bu durumda aç kalınca klâsik Türk mönüsü peynir-ekmek yeme ihtimali de ortadan kalkıyor hâliyle!
Lokantalarda masaların üzerinde, altındaki tüplere bağlı gazlı ocaklar var. Ismarlanan yemek büyük bir kapta bu ocağın üzerinde kaynıyor, herkes çubuklarla içinden kendi küçük tabağına çıkarıp yiyor. Çayhane-bar-lokanta ayırımı yok. Gece aynı mekânda bir masada içkili sofrada yemek yenirken diğerinde yasemin çayı içilebiliyor.
Sigara alışkanlığı korkunç boyutlarda. Belki de o nedenle o kadar berbat tükürüyorlar. Sigaraya hiçbir kısıtlama yok. Her yerde, umumi vasıtalarda bile içiliyor.
Gemi sacdan yapılmış, tam bir hurda yığını. Yeni Zelandalı Çinli kadının yardımıyla fazla itiş kakışa girmeden oda numaramızı öğreniyoruz. Bu da büyük şans, çünkü Çin’de itiş kakış olmadan bir iş halletmek gerçekten zor. Burada bütün yorgunluğun üstüne bizi üçüncü sürpriz beklemekte; oda kapısı kilitli ve bagajlarla kapıda kalıyoruz. Anahtarı bulmak için rastladığım herkese soruyorum ama kimse bir şey anlamıyor. Lobiden ikinci kata, oradan tekrar lobiye gönderiyorlar yaklaşık yarım saat debelenme sonunda anahtarı teslim etmek için para istedikleri ortaya çıkıyor. Ayrıca dördüncü kattaki terasa çıkabilmek için de ödeme yapmak gerekiyor!. Selâm verenin bile para istemesinden öyle sıkılmışız ki, her şeyin üstüne bu tuz-biber ekiyor ve lobide bağırıp çağırmaya başlıyorum.
Yang’ı bu sayede tanıyoruz. 25 yaşlarındaki bu Yangtze’li genç müzisyen Çin’de o güne kadar karşımıza çıkan en iyi insan. Güzel İngilizce konuşuyor ve gelip yardım ediyor. Anahtarın karşılığında bizim büyük mağazalardaki alışveriş arabalarına yaptıkları gibi depozito istendiğini ve çıkarken geri verileceğini öğreniyorum. Gemide seyahat edenlerin kültürel seviyesini görünce sonradan hak veriyoruz. Para karşılığı vermeseler kaç anahtar geri gelir bilmem ama paralı terasa bir açıklama getirmek zor! Belki çocukların koşuşmasını önlemek içindir. Daha önce ne bir otelde ne gemide böyle saçmalık görmedik. Çin’de tüm kurallar oranın şartlarına ve insanlarına göre işliyor.
Kamaramızı görünce bu gemilerde birinci sınıfın anlamı konusunda meraka düşüyoruz. Odada yürürken bir noktaya basınca bombe yapmış olan sac zemin “blonk” diye insanın ödünü patlatan bir ses çıkararak aşağı çöküyor. Ayağı kaldırınca daha berbat bir sesle eski halini alıyor. Gece tuvalete kalktığımızda alt kamaradakileri uykudan sıçrattığımızı tahmin ediyorum ama Çin işi “cruise” bu, yapacak bir şey yok.
İngiliz genç Mark’la konuşunca birinci sınıfın sadece iki kişilik kamarayı tanımladığını öğreniyoruz. O Üçüncü sınıf gidiyor ve kamarasını Çongqing’li üç kişilik bir aile ile paylaşıyor.
Rehber kızla birimiz Türkçe, birimiz Çince bağrışarak zorla çarşafları değiştirtiyoruz. Görevli kadınlar işaretle kirli değil lekeli olduklarını söylüyorlar ama fazla ısrar etmeyip değiştiriyorlar.
Yerleştikten sonra öfkeyle Türkiye’deki arkadaşlarıma “bir geri dönersem Çin beni bir daha zor görecek!” diye mesaj çekiyorum!
Yan kamarada kalan Çin’li erkek, uykuda olmadığı her an korkunç bir ses çıkararak tükürüyor. Sabahları onun sesiyle uyanıyor, bir daha duymamak için can havliyle kendimizi dışarı atıyoruz.
Mark’tan öğrendiğimiz bir başka konu da kutular içinde sade makarnanın markette bulunabildiği. Üstünde et resmi olduğundan biz denememiştik. Kutuya sıcak su doldurunca beş dakikada yağsız, tuzsuz ama alışık olduğumuz lezzette sade makarna elde ediliyor. Buna çok seviniyoruz.! Markette küçük paket tereyağı da buluyoruz ve gemideki üç gün boyunca yemeğimiz olacak spagettimizi lezzetlendiriyoruz. Meyve konusunda hiç sıkıntımız yok. Narlar Xian’dan sonra azaldı ama güzel, iri, pembe üzüm, şahane mandalinalar, armut, elma, dev hünnaplar, en güzeli de daha önce Thailand’da çok sevdiğimiz (çok büyük ve tatlı grapefruit) pomelolar devam ediyor. Bu arada birkaç tanımadığımız tropik meyveyi deniyoruz ama hiç biri bir daha alınacak lezzette değil. Tatmak yeterli oluyor.
Yichang narenciye merkezi. Güneye indikçe iklim tropikleşiyor.
Yang çok fakir bir ailenin çocuğu. Çin geleneksel müziği alanında kompozitörlük eğitimi almış. Bir özel Moğol çalgısı virtüözü. Beijing’de İngilizce tercümanlığı, gitar hocalığı yapmış ama parasızlıktan tutunamamış. Ailesinin yanına köye dönüyor. Mark’la yaşıt sayılırlar. İyi arkadaş oluyorlar. Memleketini çok seviyor. Son derece haysiyetli. Yabancılara karşı kaba davranışlardan utanıyor ama ülkesi için asla aşağılayıcı konuşmuyor, konuşulmasına da izin vermiyor. Bunların gelişmemişlikten, cahillikten olduğunu, gençler yetiştikçe davranışların da giderek medenileştiğini söylüyor. Onun için üzülüyoruz ve neden dışarı gitmediğini soruyoruz. Hiç düşünmediğini söylüyor. Ülkesinden ayrılmayı onur meselesi yaptığını, kendine yediremediğini tahmin ediyorum. O yaşta bir genç için yaşıtlarının demode bulacağı, alışılmamış meziyetler bunlar. Onu seviyoruz. Bize çok faydası oluyor. Rehber kızdan öğrendiklerini bana İngilizceye çevirip yazıyor. Sayesinde sıkıntı çekmiyoruz. Belki ona bir faydam olur mu diye e-posta adresini alıyorum. Hâlâ ara sıra yazışarak birbirimizin hatırını soruyoruz.
Three Gorges barajı, Yichang’ın Yilingbölgesinde, Sandouping kasabasında, Yangtze nehri üzerine inşa edilmiş, dünyanın en büyük elektrik üreten barajı. Ana gövde inşaatı 2006 yılında tamamlanmış, projenin bitirilmesi 2008. Ekonomik açıdan çok önemli bir tesis olmasına rağmen 1.24 milyon insanın göç etmesine, önemli arkeolojik ve kültürel alanların sular altında kalmasına, heyelan gibi ekolojik sorunlara sebep olması nedeniyle hem Çin’de hem dünyada çok tartışma yaratmış. Sular şu anda inanılmaz şekilde yükselmiş durumda. Gemiyle giderken eskiye nazaran su yüksekliğindeki değişimleri gösteren tabelalarda 175 m rakamını görüyoruz.
Maalesef gece geçtiğimiz için barajı göremiyoruz. Sabah gün doğumu ile kalkıp büklüm, büklüm akan dar nehirde iki taraflı duvar gibi yükselen kayalık boğazlarda seyir yapıyoruz. Manzara muhteşem.
Nehirde sis gece-gündüz hiç kalkmıyor. Daha önce Çin fotoğraflarında gördüğüm tipik sis içinde balıkçı teknelerini yol boyu bol miktarda görüyor, hatta kanıksıyoruz. Dik kayalıkların oyuklarında maymunlar geziyor.
Dachang eski kasabasına uğruyor, daha küçük bir sala binerek nehrin daha dar kollarında yarım gün dolaşıyoruz. Havanın nemi elle tutulacak boyutlarda! Gemide iki kere elimizi kuruladığımız havlu, durduğu yerde kurumak yerine giderek ıslanıyor. Sera içinde bile böyle rutubet görmedim.
Baidicheng şehrinde yarımada üstündeki tapınağa gidiyoruz. Buradaki dar geçitin resmini bir kağıt paraya basmışlar. Buzlu cam arkasından bakar gibi nehir, dik kayalar ve bambulardan oluşan etkileyici bir atmosfer her yerde bizi takip ediyor. Buraların özelliği şimşir tarak. Her tezgâh onlarla dolu, satıcılar hep peşinizdeler. Almayınca sinirleniyorlar.
Çin’de tuvalet terbiyesi çok kötü. Kapıda beklediğinizi görmesine rağmen içerideki onbeş dakika çıkmıyor. Kapıya vura, vura zor çıkarıyorsunuz. Su kullanımı da olmadığından son derece pis bırakıyorlar.
Her an her yerde aniden kavga çıkabiliyor. Gece gemide iki kadın ve bir erkek fena halde birbirlerine girip bütün gemiyi ayağa kaldırdılar. Kimse bir şey yapmıyor, herkes gülerek seyrediyor. Nehirdeyiz, polis de gelemez diye endişelendik ama yarım saat sonra bir şey olmamış gibi dağıldılar. Onlar için bir nevi spor sanırım!
Fondu Hayalet Şehir, bir tepenin üstünde pek çok tapınaktan oluşuyor. Önce teleferikle en üst kısma çıkıyor, sonra gezerek aşağı iniyoruz. Cehennemi temsil ediyor. Tapınaktan ziyade Disneyland tarzı, korkunç olmasına çalışılmış ama komik olmuş heykel-bebek-kuklalarla dolu. Korku tüneli dahil her şey mevcut. Paralı olduğunu söylemeye gerek yok tabii. Herhalde turistik diye düşünürken içeride turunculu keşişleri görünce gerçekten ibadet yeri olduğunu anlayıp bunlara nasıl tapınabildiklerine hayret ediyoruz. Çıkışta gene heykellerle dolu ve çok sayıda yüksek basamaklarla girilen etkileyici bir Taoizm tapınağını görüyoruz. Çok ilginç ve çok büyük heykellerin fotoğraflarını çekiyoruz.
Chongqing’de Mark ile birlikte inip tren istasyonuna gidiyoruz. Yang bizi uğurlayıp taksici ile bizim için pazarlık ediyor. Eşyalarımızı emanete bırakıyor, üç saatlik zamanda şehir merkezinde Three Gorges müzesini ve çok başarılı bir geleneksel sanatlar sergisini geziyoruz. Şehir ve insanlar medeni görünüşlü.
Bu arada Amerikan markalı kızarmış tavuk yemek de üç günlük makarna diyeti üstüne iyi geliyor.
Kalabalık bir trende dört buçuk saatte Chengdu’yu buluyoruz. Yol boyu Çin’li kızların Steve McQueen’in gençliğine benzeyen Mark’la arkadaş olma çabaları bizi eğlendiriyor.
Chengdu’da dört günlük oğlumuz Mark’la vedalaşıyoruz. O bizim geldiğimiz Beijingyönüne, biz onun geldiği Guilin’e doğru yolumuza devam ediyoruz.
Tabiat güzelliği; 10/10
İnsanların genel karakteri ve turiste davranışı; 4/10
Sanat, kültür, mimari; 7/10
Güvenlik; Dikkatli olunmalı 7/10
Bir daha gider miyim? Hayır