1997 Yılı bahar aylarında, yeni alınmış bir Hyundai Van minibüsün içini, bütün üniteler istendiğinde tamamen çıkabilir şekilde, genç bir marangoza ölçü vererek amatörce karavan haline getiriyoruz. Sabit ünite tercih edilmemesinin nedeni, normalde aracın iş için kullanılıyor olması. Günlük kullanımda oturmak için kullanılan sandıklı iki ünite, ortadaki masa araya konduğunda gece yatağa dönüşüyor. Ayrıca küçük bir eviyesi olan mutfak tezgâhımız var. Pis ve temiz su için plastik bidonlar kullanılıyor. Tek eksiğimiz, o sırada ne kadar hayati olduğunu tahmin edememiş olduğumuz portatif tuvalet. Şimdi büyük marketlerde kolaylıkla ve çok uygun fiyatlara bulunabilen bu klozetler henüz Türkiye’de bulunmuyor ve gittiğimiz ülkelerden temin edebileceğimizi düşünüyoruz. Bizim ülkemizde benzincilerde, kafelerde rahatlıkla tuvaleti kullanabilmek mümkünken, yabancı ülkelerde sık sık sorun olabiliyor. Özellikle Fransa’da benzincilerden anahtar isteyip de geri çevrildiğimiz oldu!
Sandıklı koltuklarımızı ve az sayıdaki dolabımızı asgari miktarda giyecek ve bozulmayacak yiyeceklerle doldurup Mayısın son haftası güzel bir havada yola çıkıyoruz. Akşam 16 civarı İpsala’da Yunanistan sınırından geçiyoruz.
İstanbul’dan gidiş rotası şöyle; Kavala-Selânik-Larissa-Volos-Halkida-Atina-Pire-Korinthos-Patras-Feribot-Brindisi-Bari-San Benedetto-Porto San Giorgio-Pesaro-Ancona-Rimini-San Marino-Ravenna-Venedik-Padova-Verona-Parma-La Spezia-Cenova-Savona-San Remo-Monaco/Monte Carlo-Nice-Cannes-St. Tropez-Marsilya-Arles-Montpelliere-Beziers-Narbonne-Perpignan-Girona-Barcelona
Dönüş yolu ise şu şehirlerden geçiyor; Barcelona-Berga-Andorra-Toulouse-Montauban-Rocamadour-Limoges-Orleans-Paris-Lille-Oostende-Brugge-Ghent-Antwerpen-Brüksel-Amsterdam-Rotterdam-Lüksemburg-Metz-Nancy-Gerardmer-Besancon-Annecy-Mont Blanc-Grenoble-Serres-Sisteron-Aix En Provence-Grasse-St. Tropez-Cannes-Nice-Monaco-Cenova-Pisa-Floransa-Pistoia-Bologna-Roma-Vatikan-Foggia-Pescara-Bari-Brindisi-Feribot-Patras-Korinthos-Atina-Larissa-Selânik-Kavala
Yunanistan
Selânik’e kadar yola devam edip, bir benzincide emniyetli bir yerde geceliyoruz. Sabah deniz kenarında keyifli bir kahvaltı yapmak üzere çay suyunu alacağım bidonu kaldırır kaldırmaz korkunç bir bel ağrısıyla yere seriliyorum. İlk günden program kesintiye uğramış, hatta iptal olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmış durumda! Hastane, doktor, tetkik, tedavi dolu bir hafta sonunda korkulacak kadar ciddi bir durum olmadığı görülüyor ve yola devam edebileceğimize karar veriyoruz. Buna rağmen yol boyu her şehirde ilk işimiz, iğne yaptırabileceğimiz bir merkez bulmak oluyor. Bu arada memleketimizde o tarihte her eczanede hâlâ rahatlıkla yaptırılabilen enjeksiyonlar için Yunanistan dâhil her Avrupa ülkesinde daha 1997 yılında mutlaka bir sağlık kuruluşu ve Selanik’teki hastaneden alınmış raporla doktorları ikna etmek gerekiyor.
Niyetimiz, daha önce kararlaştırdığımız gibi Patras’dan feribotla güney İtalya’da Brindisi’ye geçmek, Adriyatik kıyısından kuzeye devam etmek. Kısa sürede çok yer görmek istediğimiz için her yerde kısıtlı süre kalabileceğiz. Larissa-Volos-Halkida-Atina-Patras güzergâhını takip ediyoruz. Yunanistan’da çoğunlukla dostlukla karşılaşıyoruz. İnsanlar genellikle bildikleri birkaç kelime Türkçe ile hitap ediyor, Türkiye’den gelen dede, nenelerinden bahsediyorlar. Açıkça düşmanca davranış gösteren, birkaç kişi çıkıyor ki bunlardan biri de ben İstanbul dedikçe ısrarla Konstantinople diye düzelten, abus bir çehre ile iğnemi yapan doktor. İlginç olan bu düşmanca davranan kişilerin hepsinin genç olmaları. Yunan eğitim sisteminde yıllardır süren bilinçli Türk düşmanlığı, meyvelerini vermiş görünüyor.
Patras’tan İtalya’ya geçerken genellikle Kıbrıs Rum gemileri çalışıyor ve onların Türk’lere tavırları daha olumsuz, çoklukla açıktan düşmanca davranıyorlar. Büfede kahve siparişi veriyorum. Ben Türk Kahvesi dedikçe büfeci Cafe Grek diye cevap veriyor. Birbirimize sertçe gözümüzü dikip, ikimiz de inatla geri adım atmıyoruz.
Her şeye rağmen yemeklerin benzerliği, sütlü mısır, ay çekirdeği, simit gibi bize ait yiyeceklerin bulunması, özellikle uzun bir mahrumiyet sonrası dönüş yolunda bizi çok mutlu ediyor, eve erken gelmiş gibi oluyoruz.
Minibüs karavan olmadığı ve boyu da belli bir büyüklüğü geçmediği için gemilerde fazla para vermiyoruz. Özellikle çekme karavanlar çift ücret ödediği için son yıllarda kullanıcılar tarafından tercih edilmiyor. Genellikle son yıllardaki tercih eğilimi moto karavandan yana ama biz kendi ihtiyacımıza göre çekme olanı yeğliyoruz. Çekme karavanı kampa yerleştirip, tentenizi açıp, masa ve sandalyelerinizi koyduğunuz her sefer evinize gelmiş gibi oluyorsunuz ve arabanız size kalıyor. Kamp alanlarının genellikle şehir merkezlerine mesafeli olduğu düşünülürse, bu büyük bir avantaj oluyor. Aksi halde en iyi ihtimalle motosiklet kullanılıyor ama özellikle ileri yaşta kampçılar için ve kış seyahatleri dikkate alındığında otomobilin konforu inkâr edilemez.
Gece kamarada kalıyor, rahat bir yolculuk yapıyoruz. Sabah Brindisi’de para değiştirirken, görevli memur Bari’ye kadar otomuzu hiçbir şekilde park halinde bırakıp gitmememiz için bizi uyarıyor. O endişeyle güney İtalya’nın dünya güzeli küçük köy ve kasabalarını hiç arabadan inmeden geçiyoruz. Bari’den sonra rahatlıyoruz. Porto San Giorgio, Pescara, San Benedetto, Ancona, Pesaro, hepsi tekrar, tekrar görmek isteyeceğim çok güzel şehirler fakat Ravenna’ya bir akşam saati geliyoruz ve dini bir bayramları var. Eski, toprak rengi binalar aydınlatılmış, uzun beyaz elbiseleri içinde ellerinde meş’alelerle ilâhiler okuyarak geçen çok sesli bir koro bizi o kadar etkiliyor ki, kendimizi Rönesans dönemine geri gitmiş hissediyoruz. Her şey o kadar mükemmel, o kadar gerçek dışı ki sanki bizim için sahnelenen bir tiyatro oyunu gibi geliyor.
Rimini, Venedik, Floransa, Verona, sanat ve estetiğin doruğuna çıkmış şehirler olduğundan herkesin bildiği şeyleri tekrarlamak gereksiz. İnsan bu şaheserleri gördüğünde o toplumun ruh inceliğine, güzellik yaratma ve koruma yeteneğine, kültürüne sahip çıkışına hayran olurken, kendi değerlerimizi yok eden hoyratlık ve bencilliğimizi düşünüp esef duyuyor.
Pirenelerin müthiş manzarasını içimize çekerek Chiavari’ye, Akdeniz kıyısına iniyoruz. Kendi ormanlarımızdan alışık olduğumuz üzere, her dönemeçte bir orman çeşmesi arıyoruz fakat koca İtalya’da gördüğümüz boşa akan tek orman çeşmesi La Spezia‘ya inişten hemen önce Pireneler’de. Bu iki şehir mimari olarak çok ilginç. Evlerin kör duvarlarına ve kapı, pencere etrafına inanılmaz güzellikte duvar resimleri yapılmış. Tromp l’oeil denen bu gerçekçi resimleri Avrupa’nın pek çok şehrinde görmek mümkün ama bu bölgedekiler hem hayatın bu kadar içinde olmaları, hem şaşırtıcı mükemmellikleriyle hafızamıza kazınıyorlar.
İtalya’da yedi,sekiz katlı, aslında bir özelliği olmayan devâsa apartmanlar, küçük, kepenkli pencereler, uyumlu pastel renklerle nasıl güzellik yaratılabileceğinin canlı birer örneği gibiler. Bizim belediye reisleri her fırsatta Amerika’ya, Disneyland, Las Vegas’a gitmek yerine buralara gelip biraz ders almalılar. Nitekim tüm ülkede tek örnek olan Eskişehir’in son yıllardaki gelişimi ve güzelleşmesinin sırrı, Sn. Yılmaz Büyükerşen’in kendi ruh inceliği ve kalitesinden kaynaklanıyor. 80 Milyonluk ülkede bu kıratta tek bir kişi çıkması ne kadar acı!
Yıllardır film festivali ile tanıdığımız San Remo’yu da gördükten sonra Menton’dan Fransa’ya geçiyoruz.
Fransa
Küçük krallık Monte Carlo-Monaco’dan sonra Cote d’Azur diye anılan Fransız Rivierası‘na geliyoruz. Nice, Cannes,St.Tropez gibi Avrupa jet sosyetesinin tatil beldelerinde, her şeyin fiyatı onlara göre ayarlanmış. İtalya’dan sonra Fransa bize belirgin şekilde pahalı geliyor. Özellikle Monaco ve Nice, paranın satın alabileceği her türlü lüks ve ihtişamı insanlara sunuyor. Akdeniz’in bitki örtüsü de bu güzelliğe katkıda bulunuyor. St. Tropez ise çocukluğumuzun Brigitte Bardot filmlerinin hatırasını nedense tatmin etmiyor. Daha sonra özellikle ABD’de çok sık hissettiğim “burası mıymış?” duygusunu yaşatıyor bana. Hâlbuki daha önce İtalya’da dünya güzeli Portofino’yu görmek bir hayalin gerçekleşmesi gibi.
Bu seyahat sırasında hemen hiç otoyol kullanmıyoruz. Hep köylerin arasından geçip yerli halkın yediği yerlerde yiyoruz, oturdukları yerlerde oturuyoruz. Turistik bölgelerden uzak duruyoruz. Fransa’nın köy pazarlarının ve pastacılarının zarafet ve güzelliği, hâlâ film karesi gibi hafızamda duruyor. Tahta ayaklı akrobatlar, kuklacılar, ilginç çalgı aletleri çalanlar, sebze, meyve satıcıları ile bir aradalar. Sanatın her türlüsü, hele de müzik, sahneden inmiş, sanatçının tekelinden çıkmış, hayatın ta içine işlemiş, dokunduğu her yeri bir sihir gibi güzelleştiriyor, vasat insanın ruhunu da fark ettirmeden inceltiyor, yüceltiyor. Bırakın insanı, bir hayvanın acısına da, bir ağacın kesilmesine de, ozon tabakasının incelmesine de duyarlı hale getiriyor.
Patrick Suskind’in “Koku” adlı romanını okumuş olanlar Grasse şehrini mutlaka görmeli. Parfüm kokan bu şehir, hem imalâthanelerin gezilebilmesi hem de hediyelik parfüm almak için ideal. Dar taş sokaklarda gezinirken romanın ürpertici atmosferini yaşayabiliyorsunuz.
Geçtiğimiz her memlekette yollar mükemmel, trafik saygılı, köy yolları tenha ve güzel. Sadece trafik tabelalarında otoyol renkleri ülkeden ülkeye fark edebiliyor, sanırım şimdiye kadar onlarda da birlik sağlanmıştır.
Sahili takip ederek İspanya sınırını geçiyoruz.
İspanya
Fransa’dan sonra gerek meyve sebze ve deniz mahsullerinin bolluğu, gerekse ucuzluğu ile İspanya çok hoşumuza gidiyor. İtalya ve İspanya bizim Akdenizli ruhumuza iyi gelen, kendimizi yakın hissettiğimiz ülkeler. Barcelona’ya gidiyoruz ve birkaç gün kalıyoruz. Sonradan henüz bu ülkenin Schengen vizesi içinde olmadığını ve vizesiz girmiş olduğumuzu fark ediyoruz ama sınırda hiçbir kontrol olmadığından bir sorun yaşamıyoruz.
Barcelona çok büyük ve güzel bir şehir. Mimarisi ile insanı büyülüyor. Özellikle Antonio Gaudi’nin “Sagrada Familia” kilisesini ilk defa akşam karanlığı gördüğümüz zamanki halimizi unutamıyorum. O güne kadar hiç ona benzer bir şey görmediğimiz için uzaktan öyle çarpılmıştık ki, yakınına gelebilmek için sabırsızlıkla kaç sokak koşmuştuk bilmiyorum. Ertesi gün şehirde ünlü mimara ait ne kadar bina varsa arayıp, bu büyük dehanın eserlerini hayranlıkla izledik. Barcelona’ya gelmişken Picasso ve şehre 1,5 saat uzaklıkta Figueras’ta bulunan Salvador Dali müzeleri mutlaka görülmeli.
Şehir son derece düzgün, şehir planı ile sorunsuz gezilebiliyor.
Andorra
İspanya’dan Andorra üstünden tekrar Fransa’ya geçiyoruz. Bu küçücük ülke sadece kayak merkezinden ibaret. Çok şık tesisler ve mağazalar var. Râkım 3000 metrenin üstünde olduğu için epeyce tırmanılıyor fakat yollar iyi olunca hiç sorun teşkil etmiyor. Bizim geçtiğimiz mevsim Haziran ayı olduğu için en uzun günlerdeyiz ve hava 22.30 da kararıyor. Daha sonra Belçika’da 23.30’u da göreceğiz ama o sırada o da bizi şaşırtmaya yetiyor.
Tekrar Fransa
Toulouse’u geçip Limoges’a geliyoruz. Porselenleri ile meşhur olan bu şehir, Küçük, zarif dekoratif objeler bulmak için çok uygun. Uçakla seyahatteki ağırlık hesaplama da olmayınca, iyice sarmak şartıyla alış veriş yapılabiliyor. Gene köy yollarından Paris’e bir akşam saati ulaşıyoruz. Paris’i tanımayan birinin trafiğe çıkması çok zor ama neyse ki çevre yolundan giriş yönümüz şans eseri doğru olunca problemsiz Bois de Boulogne içindeki kampingi bulup yerleşiyoruz. Sonraki beş gün evimiz bu güzel orman oluyor. Paris’ibu kadar zamanda gezmek tabii ki mümkün değil hele arada Louvres müzesi de olursa! Seyahatin sonuna kadar beni rahat bırakmayan diz ağrısını da burada saatler boyu yürümeye borçluyum. Avrupa’da büyük şehirlerde gezerken eğer karavana benzemeyen bir karavanınız varsa, Paris’te Eiffel kulesinin altında bile yatabilirsiniz. Aksi takdirde polisler kampingi mecbur tutuyor.
Beş gün, günde on saat yürüyerek ve metroyu kullanarak şehri ve müzeleri mümkün olduğu kadar görüp Belçika’ya doğru yola koyuluyoruz. Notre Damekatedrali ve ünlü Musee d’Orsay maalesef yenileme nedeniyle kapalı ama Empresyonistleri asıllarından görmek büyük mutluluk oluyor.
Belçika
Seyahatin amacı buradaki iş görüşmeleri olduğundan en uzun kaldığımız ülke burası oluyor. Ghent şehrine yakın Lokerenkasabasının yakınında Avrupa’nın en büyük ve düzenli kampinglerinden biri olan Puyenbroeck’te kalıyoruz. Her karavan için 1,5 m yüksekliğinde yeşil bitki çiti ile birbirinden ayrılmış geniş yemyeşil çim alanlar, tertemiz ortak mekânlar, havuzlar, her yerde gezen binlerce tavşan ile dönümlerce arazi üzerinde kurulmuş, içinde göller, ormanlar olan bu kamp, kampçılar için inanması güç güzellikler taşıyor.
Avrupa başkenti Brüksel, şehir olarak bize renksiz geldiyse de, özellikle küçük Venedik olarak anılan Brugge şehri, ünlü dantelleri gibi dantel inceliğinde bir şehir. Bu küçük memleketin her tarafında bulunan ve her genç adamın evlenmeden önce kendisine yapması adet olan kırmızı tuğlalı, dik siyah çatılı bahçeli evler, rutubetli iklimin de yardımcı olduğu yeşil, bakımlı bahçeler, insana bir masal kitabında olduğu hissini veriyor.
Belçika, ikliminden dolayı Avrupa’nın başlıca çiçek üretim merkezlerinden biri olmuş durumda. Özellikle açelya, gardenya, kamelya, erika, orman gülü, ortanca gibi ortam nemi isteyen bitkilerin en önemli üretim merkezi. Bu nedenle Gent çevresi tüm dünyaya ihracat yapan büyük çiçek üreticileri ile dolu.
Burada kaldığımız sürede günlük gezilerle hem ülkeyi, hem de komşusu Hollanda’yı dolaşıyoruz. Güneşin gece yarısı batması bir gezgin için müthiş avantaj teşkil ediyor.
Hollandalıların deniz seviyesinin altında bulunan topraklarını korumak için yaptıkları setler ve rüzgâr santralleri çok ilgimizi çekiyor. Ülke olarak boşa giden rüzgârlarımız, sularımız ve tabii paralarımız için esef ediyoruz. Kuzeyde, rengi simsiyah ve gel-gitle metrelerce geri çekilmiş çamur-denizin kıyısında yaz günü dondurucu rüzgârdan korunmak için kumsal barakalarında bornozlarına sarınıp güneşlenenlere(!) acıyoruz, kendi memleketimize şükrediyoruz. Zaten yurt dışı seyahatlerde ülkemizi düşündüğümüzde daima iki hâkim duygu ağır basıyor. Biri Allah’ın verdiklerine şükür, diğeri yöneticilerin bilinçli-bilinçsiz yanlışlarına ve halkın vurdum duymazlığına esef!
Yeniden Fransa
Dönüş yolunda Nancy ve Metz durmuş, oturmuş, saygı telkin eden şehirler. Özellikle Metz, etkileyici mimarisinin ve üniversitesinin etkisiyle tam bir kültür şehri.
Bağcılık ve şarap merkezi Dijon’dan geçiyor, Gerardmer’de göl kenarındaki ormanda kırk sene önce Dündar’ın kaldığı öğrenci kampı olan barakayı hiç değişmemiş halde buluyoruz.
20 Haziran sabahı Annecy’ de her yerden gelen müzik sesleri ile uyanıyor ve o günün müzik günü olduğunu öğreniyoruz. Bu bize hiç ummadığımız güzel bir sürpriz oluyor. Avrupa’nın en yüksek dağı Mont Blanc’ınhemen yakınında bulunan ve Cenevre’ninkomşusu olan bu şehir, hem göl kenarında olmanın avantajını olabildiğince kullanıyor hem de içinden geçen akar suyun iki yakasının çok başarılı imarıyla ve küçük şık köprüleriyle büyülü bir mekân oluşturuyor. Bu gün için daha iyi bir yer düşünülemezdi. Akşama kadar sayısız konser izliyor, şehir halkı ile birlikte yiyor, içiyor, sürekli hareket halindeki bir kalabalığın, itişip kakışmadan, birbirini rahatsız etmeden kayıp gidebildiğini gözlemliyor, yıllarca anılarda kalacak olağanüstü bir gün geçiriyoruz.
Ertesi gün Mont Blanc’ı görebilmek ümidiyle gidiyoruz fakat maalesef dağın yerinde gri bir bulut ve sis duvarı var. Mecburen göremeden geri dönüyoruz.
Sonraki durak Grenoble ve burada teleferikle şehri yukarıdan görmek uğruna bilmeden göçmen mahallesine park ettiğimiz aracımıza hırsız giriyor, benim kimliklerimi, cep telefonumu ve ATM kartlarımı çalıyor. Pasaportlar ve kredi kartları yanımızda olduğu için aslında çok vahim bir durum değil ama tekrar tekrar söylememe rağmen bankanın yanlışlıkla kredi kartlarını da iptal etmesiyle sıkıntılı günler başlıyor.
Sonradan Fransa’dan bir Türk’ün araması ile kimliklerin oradaki Türklerin eline geçtiğini öğreniyoruz, kanunsuz kişilerin eline geçebileceği korkusuyla döndüğümde savcılığa bildiriyorum. Neyse ki bugüne kadar korkulan olmuyor.
Yaz mevsiminde olmamıza rağmen yüksek irtifalarda on dereceye kadar inen sıcaklık, yola devam ettikçe yavaş, yavaş yükseliyor.
Dönüş güzergâhımızı yine İtalya üzerinden çiziyoruz. Milano ve Torino’ya uğramadan Cenova’ya iniyoruz. Roma’ya kadar Akdeniz kıyısından devam edip Pisa kulesi ile “bir daha geldiğimizde burada olur mu acaba?” diyerek fotoğraflar çekiyoruz. Hâlâ ayakta durduğuna göre İtalyanlar teknik olarak çaresini buldular ama turistik bir unsur olarak kullanmaya devam ediyorlar sanırım!
Birkaç gün içinde Roma’yı tanımaya çalışıyoruz ama tabii şehir öyle büyük ve zengin ki bunu başarmak olanaksız. Portofino’da resim galerisi sahibi hoş bir İtalyan hanım’ın “sakın görmeden gitmeyin!” dediği Positano’yu da bu defa göremeden, çizmeyi batıdan doğuya kat ederek Adriyatik kıyısına ulaşıyor ve geldiğimiz şekilde Brindisi’den feribotla Patras’a geçiyoruz.
Selanik’te geçen defa gidemediğimiz Atatürk’ün evini bu sefer tarif üzerine bulup gözyaşları içinde ziyaret ediyoruz. Yunanistan’da akşam yemeklerinin gece 22 den önce başlamadığını, gerek çalışma tempolarının, gerek eğlence alışkanlıklarının ne kadar bize benzediğini gözlemliyoruz. Ne zamandır hasret kaldığımız beyaz peynirin en iyisini Larissa‘da bulmak bizi sevindiriyor. Fakat zeytinler Ayvalık zeytinine alışık damakları tatmin etmiyor. Bu yoğun tempoda alışveriş için hiç zaman bulamadığımızdan bazı ufak tefek hediye alışverişimiz en sona kalmış. Bunları Atina’da buluruz sanmıştık. Maalesef aradığımız hiçbir şeyi bulamıyoruz. Bütün eksiklerine rağmen memleketimizin değerini bir kere daha anlıyoruz.
Bu arada Temmuzun ilk haftası olmuş, Yunanistan’ı bu sefer tersten kat ederek kırk günlük maceradan sonra evimize ve oğlumuza sağ salim ulaşıyoruz.