Çin’le ilk tanışmamız Quingdao limanında oluyor. Gemideki herkesin dikkatini çeken husus, şehrin ne kadar gelişmiş, büyük bir şehir görüntüsünde olduğu. Bu izlenim Çin’de gördüğümüz her yeni yerde pekişerek devam ediyor ve bu büyük ülkenin nasıl böyle kıyı, köşe gelişmekte olduğuna şaşarak hayranlık duyuyoruz. Bizim tatminkar bir şekilde daha yıllarca oturacağımız yedi-sekiz katlı eski konutların tamamını yıkıyor, yerine çok katlı, gayet modern yeni binalar yapıyorlar. Şehirleri geniş caddeler, bulvarlar, parklar, hatta 19.yy dan kalma gibi eski Avrupa taş binaları tarzında yapılarla modern, oturaklı, ağırbaşlı, hale getiriyorlar.
Quingdao’nun yıllık kalkınma hızının %15, kişi başına gelirin 4000 $ olduğunu öğreniyoruz. Biz geldiğimizde devrimin 60. yılı kutlamaları nedeniyle yıllık tatil haftası başlamış olduğundan resmi daireler ve bankalar kapalı ama çarşılar açık. Herkes tatil, hava da şâhane olduğundan, çoluk, çocuk sokaklardalar. Ana caddede dolaşıp, üst yoldaki katolik kilisesine yürüyoruz. Kilisenin önündeki büyük meydan en az altı, yedi tane gelin-damadı ağırlıyor. Hepsi poz poz resim çektiriyorlar. Bir gelenek olduğunu tahmin ediyoruz.
Çin’de hayat kurtaran özellik, taksilerin çok ucuz olması. Yoksa araba kiralayarak trafiğe çıkmanın mümkün olmadığı bu ülkede umumi vasıtalarla gezmek gerçek bir eziyet olurdu. Bir taksi ile meşhur TV kulesine gidiyoruz. Şehre hakim bir tepenin üstünde, büyük bir park içinde bulunuyor. Çin’in kendine has, bizim önceleri anormal bir durum sanıp, sonra normal halleri olduğunu öğrendiğimiz, izdiham mertebesindeki kalabalığı ile ilk burada karşılaşıyoruz. Asansörle yukarı çıkıp inmemiz sırasında uzun süre sıra bekliyoruz ve boğulmaktan zor kurtuluyoruz. Biz öfke ve sıkıntı içindeyken ahâli son derece sakin ve neşeli. Onların günlük normal halleri bu. Birbirlerine ve yabancıya davranışlarını görme açısından da iyi bir tecrübe oluyor. Onlar için kadın-erkek-çocuk-yaşlı-yabancı fark etmiyor. Aynı kabalıkla dirsek atıp, itip, kakıp öne geçmek, boş tek bir koltuk varsa en genç olanın koşup yaşlılardan önce kapması son derece normal davranışlar. Bu kadar çok nüfus olunca herkes kendi hayat hakkı için orman yırtıcılarına benzemiş.
Çok sevdiğimiz ve evde sürekli içtiğimiz yasemin çayının uzakdoğunun diğer ülkelerinin değil, Çin’in özel ve milli çayı olduğunu da Quingdao’da öğreniyoruz. İlk heves bir miktar alıyoruz ama sonradan çok çeşidi olduğunu, iyisini bulmanın göründüğü kadar kolay olmadığını anlayacağız.
Dalian çok daha gelişmiş ve güzel bir şehir. Ana meydanları büyük Avrupa şehirlerini hatırlatıyor. Çarşıları çok zengin. Genç nüfus çok. Deniz kenarında olmaları bu limanların câzibelerini arttırıyor.
Gene taksi ile yirmi dakika kadar yol alıp, dünyanın en geniş meydanı olduğunu söyledikleri, başka bir sahildeki yeni, büyük meydana gidiyoruz. Granit döşeli çok büyük alanın bir tarafı kıyı şeridi. Taş döşeli bölümün etrafı çepeçevre yeşil sahayla kaplanmış. Bu yeşilliğin içine Pekin olimpiyatları sırasında yapıldığını tahmin ettiğimiz beyaz boyalı telden heykeller konmuş. Her biri bir spor dalını temsil eden sporcuları tasvir ediyor. Yeşilin içinde parlak beyaz kürekçiler, basketçiler, güreşçiler göz alıyor. Deniz kenarında yaklaşık beş metre yüksekliğinde bir duvar örülmüş. Meydan kıyıdan yukarıda. Sahile yakın inşa edilmiş çok büyük bir kaykay rampasında (half pipe)gençler ve çocuklar profesyonelce figürler yapıyorlar. Meydanın etrafı çok şık binalarla çevrili. Çin’de yeni binalara uygulanan mimari çok estetik ve ilginç. Modern bir gökdelenin çatısına veya pencerelerine geleneksel Çin mimarisini hatırlatan detayları çok ustaca yerleştiriyorlar. Bu şekilde çok yüksek ve büyük olmalarına rağmen son derece göz okşayan yapılar inşa ediyorlar. Meydana hâkim yüksekçe bir tepede şato gibi muhteşem bir bina yapılmış. Taksi şoförleri de dahil hiç kimse yabancı dil konuşmadığı, işaretten de anlamadıkları için otel midir nedir, öğrenemedik. Bu sefer daha önce tavsiye edildiği şekilde sahilden giden başka bir yoldan, çok doğal ve büyük bir park içinden geçerek limana geri dönüyoruz.
Çin’de derdini anlatmak çok büyük sorun. Hiç kimse yabancı dil konuşmuyor. Yabancı turistler için özel eğitilmiş rehberler ve bazen uçak bileti satan turizm acentası yetkilileri dışında ne yerel turizm bürolarında, ne mağazalarda ne tren bilet gişeleri ve istasyonlarında, ne poliste, ne bankalarda, ne vasıtalarda bir kelime anlamak ve anlatmak, tek kelimeyle imkânsıza yakın! İstasyonlardaki anonsların Çince dışında İngilizce olarak ta yapıldığı tek yer Beijing. Yazıları da anonsları da anlamıyorsunuz. Allah’tan rakamlar dünya dilleriyle aynı yazılıyor da tren ve peron numarasından ne zaman nereden bineceğinizi karineyle çıkarabiliyorsunuz. Üstelik komünist rejimin baskıcılığından mıdır nedir pratik zekâları körelmiş, işaretten, tariften tahmin etme yeteneği de yok. Çince söylenişi öğreniyorsunuz, onlar gibi, iyi kötü benzer vurgularla söylüyorsunuz ama onu da anlamıyorlar. Haydi İngilizce bilmiyorlar, “yes-no” gibi artık dünyada herkesin bildiği üç beş kelimeyi de bilmez mi insan? Ama bilmiyorlar. Taksi şoförüne Çince yazılmış adres vermezseniz hiçbir yere gitmeniz mümkün değil. Geminin hazırlatıp bize verdiği, içinde her dilden önemli cümlelerin olduğu kitapçık çok faydalı oldu. İstasyon, hava alanı gibi nereye gideceksek, onu açıp gösteriyorduk. Otellerin de kendi adres kartları olduğundan bir problem çıkmıyordu. Bunlar dışında değişik bir yere gitmek istiyor, Çince yazılışını da bilmiyorsanız işiniz zor.
Xingang, geminin bizim için son limanı oluyor. Eşyalarımızı alıp sabah erken iniyoruz. İlk sürpriz, bavulumuzun birini gemiden limana atarken tekerleğini kırmış olmaları. İstanbul’da olsa yarım saatte tamir olabilecek olan bu durum, önümüzdeki 15 gün boyunca bize tam bir kâbus yaşatıyor. Direkt istasyona gidip, sürati 330 km.ye kadar çıkan hızlı trenle yaklaşık bir saatte Beijing’e geliyoruz. Bu arada Çin hakkında da yavaş yavaş bir şeyler öğrenmeye başlamışız ki, bunların en başında pazarlık mecburiyeti geliyor. Çin’de bir şey alacaksanız, verilen fiyatın en fazla onda birinden başlayacaksınız. Mesela limanda bekleyen taksicilerden, gemiden elimizde bavullarla indiğimizi gören biri istasyona gitmek için 500 yuan, az ilerideki başka biri 350 yuan istiyor. Biz biraz yürüyüp limanın önündeki caddeden, gelen taksiyi durdurup taksimetreyi çalıştırtarak 7 yuana gidiyoruz! Durum bu kadar vahim ve zor durumda yardım göreceğinizi düşünmeyin. Tam tersine bundan istifade ederek kâr sağlamak isteyen birileri her zaman olacaktır. Üç haftalık sıkı birliktelik sonrası, dönüşümüze yakın “ölsek, bunlar önce çantalarımızı kapar, sonra cesedimizi çiğner geçer” yorumunu yapacak noktaya geliyoruz!
Gitmeden önce internetten Beijing’de eski şehir Hutong bölgesinde “Heritage Inn”denen geleneksel Çin tarzı bir otel bulmuştuk. Taksi ile doğru oraya gidiyoruz. Otel tek katlı, avlulu, oda kapıları camlı ve hepsi kare avluya bakıyor. Avluda güzel bir ağaç ve altında salıncaklı koltuk var. Her yer Çin tarzı süslenmiş. Gene tüm çalışanlar genç kızlar. Yeri harika, tam Hutong’un merkezinde. Bulunduğu sokak daracık, küçük bakımsız evlerin olduğu bir yer. Önce güvensiz zannedip tedirgin oluyor, sonra tamamen aile yeri olduğunu görüp rahatlıyoruz. Herkes kapıların önünde oturuyor. Çocuklar yalın ayak koşuşuyor. Bazı yaşlı kadın ve erkekler üstünde kırmızı ile “Gönüllü mahalle güvenlik elemanı” yazılı sarı pazubandlar takıyorlar. Bunlar bir nevi sivil polis görevi yaparak çevreye göz, kulak oluyorlar. Evler, dükkânlar ve üst başları çok yoksul. Evlerde tuvalet yok. Sokaklarda sık sık umumi tuvalet ve duşlar var, hepsi onu kullanıyorlar. Gece geceliklerle evden çıkıp tuvalete gidiyorlar. Bunların birine girip baktım. Kapısız kabinlerden oluşuyor. Yan yana kapısız beş-altı küçük kabini birbirinden ayıran yan duvarların altı da bir karış açık. Yerde hepsini ortadan boydan boya kateden yaklaşık 25 cm genişliğinde, 40 cmderinliğinde metal kaplı bir hendek var. İki ayaklarını hendeğin yanlarına açarak çömeliyorlar. Bu arada giren çıkan birbirini görüyor. Oturmuş birini gördüğüm için bu kadar detaylı anlatıyorum!! Su, kağıt, el yıkayacak lavabo hak getire! Bu arada muhtemelen inşa edildiğinden beri temizlenmemiş olduğunu da söylemeliyim. Her yerde bu klâsik Çin tuvaleti var fakat düzgün yerlerde kapı ve lavabo oluyor. Turistik yerlerde de ilâveten bir veya daha çok klozet koyuyorlar ama temizlik anlayışlarının biraz “farklı” olduğunu söylemekle yetineyim.
Genel izlenimimiz kaba saba, gürültücü ve kavgacı oldukları. Bir gün içinde yumruk yumruğa gelmiş (biri kadın) üç ayrı çifte rastlıyoruz. Bu çiftlerin biri caddede arabalarını durdurup inmiş, yolun ortasında kavgaya tutuşmuşlardı. Satıcılar had safhada suratsız, nezaketsiz ve dürüstlük yoksunu. Sadece yabancıya değil, birbirlerine karşı da çok kaba davranıyorlar. Müşteri satıcıya, satıcı müşteriye sürekli bağırıp çağırıyor. Genelleme yapmanın yanlış olduğunu, bir millet için toptan yargılara varmanın haksızlık olduğunu bilsem de insan gittiği ülkede maruz kaldığı davranışı, kaldığı süre ve karşılaştığı insan sayısı ile oranladığında ister istemez bir sonuca varıyor.
Mesela üzüm alıyorsunuz. Artık içinize fenalık gelmiş halde söylediği anormal yüksek rakamı normale indirmeye çalışıyorsunuz. Kabul ediyor, bir rakamda anlaşıyorsunuz, siz parayı çıkartırken torbaya doldurmuş olduğu üzümün yarısını kaşla göz arasında tezgâha geri boşaltıyor. “Ne oluyor?” dediğinizde de inkâr ediyor, cazgır, cazgır konuşuyor. Bu hadise bir kere değil, beş kere değil, hemen her alışverişte başınıza geliyor. “Lânet olsun!” deyip, torbayı da atıp gidiyorsunuz.
Çin seddinde T shirt alıyoruz, belli bir model için pazarlık ediyor, 125 yuanı 25 e indirtiyoruz. Torbayı alıp giderken bir bakıyoruz ki bizim beğendiğimiz yerine başka ucuz bir taneyi dertop edip içine sokuşturmuş. Geri dönüp yüzüne vurunca pişkin, pişkin gülüyor. Kadını da erkeği de aynı derecede üç kâğıtçı ve gaddar. Biri diğerinden iyi değil. Yaklaşık yirmi günlük bir süre ve yedi şehirde yüzlerce insanla muhatap olduk. Üzerimizde olumlu etki yaratan kişi ve olay adedi bir-ikiyi geçmez. Olumsuzlar ise roman olur.
“Size gülümseyerek yaklaşan, bir şey vermek isteyen kişi mutlaka sizi kazıklayacaktır. Sakın size verilen hiç bir şeyi kabul etmeyin, ikram edilen yiyeceği yemeyin, çok dikkatli olun!” Bunu söyleyen Çinli rehberimiz.!! Çinli iş adamları ile ticari iş yapanların Allah yardımcısı olsun.
Hepsinden beteri ise tükürme huyları. Daha doğrusu gırtlaklarının, ciğerlerinin en derininden gelen bir hazırlanma sesinden sonra sokak, otobüs, vapur, istasyon binası fark etmeksizin bulundukları her neresiyse oraya var güçleriyle tükürük sallamaları. İnsanı mahveden, sinirlerini harap eden, midesini ayağa kaldıran, dayanılmaz bir durum. Kadın-erkek, her an, her yerde mutlaka civarınızda birisi boğazını temizleyip tükürüyor. (Genç kızlarda yapan sadece bir kişi gördüm). Kırk yaşın üstü çok daha fazla. Bir genç Çinli ile konuştuğumuzda, artık yapılmaması gerektiğinin okulda öğretildiğini öğreniyoruz.
Tiananmen meydanında 60. yıl kutlamalarına gidiyoruz. O koskoca meydandaki ve yakınındaki caddelerdeki kalabalığı ancak bizdeki stadyum çıkışı veya kâbedeki tavaf kalabalığı ile karşılaştırabilirim. Çin seddindeaynı kalabalık bu sefer duvarın üstünde kilometrelerce devam ediyor. Hep aynı itiş kakıştan, dirseklerden korunmaya çalışmaktan fenalık geliyor. Sürekli öfke ve isyan duymaktan gördüğünüzden de bir şey anlamıyorsunuz.
Beijing’in özellikle eski bölümünü geceleri de geziyoruz. Çok güzel lokantalar, kafeler, canlı müzikli barlar var. Açıkta oturuluyor. Şarkılar Çince olmakla birlikte besteler ve yorum batı tarzı. Gördüğüm en şık dükkânlar da burada. Otantik, çok güzel alınacak şeyler var ama kahrolası bavul öyle az şey alıyor ve ona rağmen öyle ağır ki!
Çin seddine yabancı altı turistle birlikte rehberli tur alıyoruz. Aynı gün Ming hanedanı imparator mezarlarını da geziyoruz. Ertesi gün taksi ile önce Yasak Şehir’e gidiyor, çok büyük bir mekân olduğu için birkaç saatte ancak bir uçtan diğerine kat edebiliyoruz. Oradan Cennet Mabedini ve imparatorun göl kenarındaki yazlık sarayını geziyoruz. Burası mesire yeri olmuş. Halk her yeri doldurmuş, gölde sandallara biniyor, ağaç altlarında piknik yapıyorlar.
Gece “soft sleeper” yataklı vagon ile Xian’ayolculuk yapıyoruz. Normalde trenler çok kalabalık. Hatta yer bulmak için günlerce önceden rezervasyon gerekiyor fakat yataklı, uçakla aynı fiyat olduğundan daha rahat yer bulunabiliyor. Biz hem günden, hem otelden tasarruf, hem de rahat olması açısından gece trenini tercih ediyoruz. Bir vagonda ikimiz uyuyarak geliyoruz.
Thailand ve Hindistan’da olduğu gibi Çin’de de en büyük problem yemek, çünkü buradaki Çin yemeklerini hiç sevemiyoruz. Zaten soslu, kokulu, baharatlı yemekleri yiyemediğimizden, evde zeytinyağlı sebze ile beslendiğimizden yemek Amerika’da bile problem oluyor. Suşi hiç sevmeyince, balık her gün yiyemeyince, domuzdan kaçınınca iş iyice zorlaşıyor. Böyle egzotik yerlerde ilk hafta kendimizi zorlayarak, gittiğimiz memleketin yemeklerini yiyoruz. Fakat bir hafta geçtikten sonra lokantaların kapısının önünden geçerken yiyenlere bile bakamaz oluyoruz, midemiz kalkıyor. Ayrıca çubuk kullanamıyorum ve herkes her yerde çubukla yiyor. Gene her zamanki gibi ilk hafta sonunda gözümün önünde zeytinyağlı kerevizler, pırasalar uçuşmaya başlıyor! Ne balık istiyor canım, ne karides!
Xian’da turistik “Muslim Quarter” (Müslüman bölgesi) civarında güzel, modern bir otelde kalıyoruz. Hava ilk defa yağıyor. Şemsiye ile erkeklerin takke, kadınların baş örtüsü ile hizmet verdiği müslüman çarşısına gidiyoruz. Pek çok et-mangal yapan lokanta var. Izgarada her türlü et pişiriyorlar fakat gene canımız istemiyor, çiğ kalırsa, midemizi bozarsak diye korkuyor, çorba ve ıspanaklı gözleme ile yetiniyoruz. Xian’ın özelliği her biri bir kilo gelen şeker gibi beyaz narları. Bizim Datça-Palamut bükü’nün beyaz narına benziyor ama çok daha iri. Ayrıca olağanüstü iri hünnaplar ve kömürde şekerle kavurdukları çok lezzetli kestaneleri var. Gün boyu bunları yiyoruz. Müslüman mahallesinde Çin’in en büyük Camii, “The Great Mosque” bulunuyor. 1300 yıllık bu ahşap oymalı bina sadeliği ve zarâfeti ile insanı büyülüyor. Ayni bahçe içinde hem budist tapınağı, hem cami var. İçeri girmek yasak ama İtalyan turistlerin şaşkın bakışları arasında rehbere müslüman olduğumuzu söylüyor, “emin misiniz?” sorusu üzerine “selâmün aleyküm” diyor, “ve aleyküm selâm” cevabını alıp, gülüşerek içeri giriyor, öğle namazı kılıyoruz.
Ertesi gün gene rehberli bir tur alıyor, önce yedi katlı “White goose pagoda” ya (beyaz kaz tapınağı), gidiyoruz.
Beyaz kaz tapınağında bir zamanlar hem vejetaryen, hem olmayan iki grup keşiş yaşıyormuş. Et yiyenler bir gün aç kalıp et yemeyenlerin tanrısına kendilerine et göndermesi için dua etmişler. Gökte uçmakta olan kaz sürüsünün en semiz olanı tapınağın bahçesine düşmüş. Onlar hemen pişirip yemişler fakat tanrıdan çok da utandıkları için şükür duygusu ile vejetaryen olmuşlar!
Tapınaktan sonra 6000 yıllık Ban Po tarihi köyüne, oradan da Terracotta Savaşçılaragidiyoruz.
1974 yılında su kuyusu kazan bir çiftçi tarafından tesadüfen bulunan bu heykellerin halen tesbit edilmiş bölümünün yaklaşık 183-195 cm boyunda 8000 asker,(en uzunları generaller)100 araba, 400 at ve 300 süvariden oluştuğu tahmin ediliyor. Askerlerin hiç birinin yüzü diğerine benzemiyor. Çok büyük bir alanda henüz sadece üç bölgede yedi metre derinliğinde hendekler kazılmış. Daha çok fazla böyle saha olduğu tahmin ediliyor. Kazılmış alanların üstü doğa şartlarına karşı kapatılmış. İlk bulunduklarında heykeller boyalı imişler. Daha sonra oksijenle temas ettikçe renkler kaybolmuş.
Bulan çiftçi meşhur olmuş. Biz gittiğimizde de oradaydı, tanıştık. Tanıtım kitapçığını satın alırsanız o da imzalıyor. Bu askerlerin
MÖ 221-210 arası hüküm sürmüş ve kendini Çin’in ilk imparatoru ilan etmiş olan Qin Shi Huang’ın kendi ölümünden sonra diğer hayatında kendisini korumak ve orada da hüküm sürmesini sağlamak amacıyla yaptırdığı ordusu olduğu biliniyor. Heykellerin yapımı MÖ 246 da başlamış ve 700,000 köle çalıştırılmış. Son yıllarda imparator ölünce, köleler ordunun komuta odasındaki heykellerin başlarını eksik bırakıp kaçmışlar. Bunlar şu anda başsız durumdalar. Rehberin bize anlattığına göre gömülürken gerçek silâhlarla birlikte konmuşlar fakat daha sonra imparatorun rakibi olan bir general bu mezarları bulmuş ve tüm silahları alarak heykelleri de kırmış. Heykeller çıkarıldığında tamamen tahrip edilmiş durumdaymışlar ve tek tek restore edilerek bugünkü hallerine getirilmişler. Yakınlarda olan bir höyükte imparatorun kendi mezarı bulunuyor. Bu mezar hiçbir zaman açılmamış ve açılmayacağına karar verildiği söylendi.
Bu heykeller, daha önce duymuş, hatta resimlerini görmüş olmanıza rağmen karşılaştığınızda nefesinizi kesen, mevcudiyetine inanamadığınız şeylerden. Sadece onları görmek için bile Çin’e gelmeye değer.
Xian’dan sonra gene gece treniyle Yichang’a,Yangtze nehrine doğru yola koyuluyoruz.
Tabiat güzelliği; 8/10
İnsanların genel karakteri ve turiste davranışı; 4/10
Sanat, kültür, mimari; 10/10
Güvenlik; Dikkatli olunmalı 7/10
Bir daha gider miyim? Hayır