Hongkong’a gelişimiz, Yangshuo’dan Guilin’eotobüs, Guilin’den Shenzen’e tren kullanarak oluyor. Tren konusunda bu sefer şansımız ters dönüyor ve yataklı kompartmanı biri kadın, diğeri erkek iki küstah Hollandalı ile paylaşmak zorunda kalıyoruz. Batılılarda çok görüp nefret ettiğimiz, bir doğu ülkesinde olmanın verdiği aşırı kendine güveni edepsizlik seviyesine çıkarıyor, biz yattıktan sonra çok içmiş gelip, geç vakte kadar kadar konuşup kıkırdıyorlar. Neyse ki bir sabır döneminden sonra Dündar’ın yaptığı “epey” sert Almanca ihtar sonucu münasebetsizlikleri bıçak gibi kesiliyor ve yorgun, argın uyuyabiliyoruz.
Guilin-Shenzen tren yolculuğu boyunca Shenzen’den Hongkong’a bu eşyalarla nasıl gideceğimizi düşünüp endişeleniyoruz. İnternetten bakıp da ineceğimiz istasyondan yürüyerek sınırı geçebileceğimizi öğrenmek biraz içimizi rahatlatıyor. İninceye kadar Shenzen neresi, Hongkong neresi tam da farkında değiliz, hatta otobüsle şehirler arası yolculuk yapacağımızı zannediyoruz. Halbuki sınırın bir tarafı Çin’in Shenzen şehri, diğer tarafı Hongkong’muş. Aslında aynı şehir ama arada sınır var. Bir nevi Doğu Berlin-Batı Berlin durumu.
İner inmez bagajları arabalı bir hamala vererek onu takip ediyor ve uzun bir koridordan yürüyüp pasaport kontroluna geliyoruz. Ortam birden modernleşiyor. Her şey pırıl pırıl ve organize. İnsanlar çağdaş görünüşlü. Turizm bürosundan otel bilgisi alıyoruz. Burada fiyatlar yükseliyor. Üç yıldızlı oteller 100 US $ dan başlıyor. Kowloon’da(ana karada şehir merkezi) Temple caddesindeki meşhur gece pazarına çok yakın, merkezde bir otel seçiyor, terminalden metroya, sonra da taksiye binerek kolaylıkla gidiyoruz. Bu arada şehir planı ve metro şeması da hazır olunca endişe kalmıyor. Yeni bir şehri keşif için hazırız.
Otel gayet modern ve güzel. Herkes İngilizce konuşuyor. Müşterilerin çoğu yabancı.
Bu arada turizm bürosunda şimdiye kadar başka bir yerde görmediğimiz çok pratik bir uygulamadan haberdar ediyorlar. Bagajlarımızı otele birkaç durak uzaklıktaki merkez metro istasyonunda “check in” bürosundan uçak saatinden çok önce, havaalanına gitmeden teslim etmek mümkün. Uçağımız gece 23.00 de kalktığından, eşyalara mahkum olmadan bir gün daha rahatlıkla dolaşabileceğiz. Biz her yerde odayı boşalttıktan sonra uçak saatine kadar eşyaları resepsiyona emanet edip dolaşıyorduk ama bu sefer havaalanına gitmeden gene otele dönmek gerekmeyeceği ve alana taksi yerine metro ile gidebileceğimiz için bu usule çok memnun oluyoruz. Keşke her yerde olsa.
Hongkong İstanbul gibi denizle içiçe bir şehir. Kowloon bölgesi Anadolu yakası gibi. Vapurla ve metroyla geçilebilen Hongkong adası bir nevi Avrupa yakası. Gene vapurla yarım saat-kırk dakikada, metro ile daha çabuk gidilebilen Lantau adası da Büyük Ada ve Adalar denebilir. Buna karşı şehrin silueti İstanbul’dan çok Manhattan’a benziyor. Oteli yerleşip şehri gezmeye başlamamız öğleden sonrayı buluyor. Önce vapura binip Lantau adasına gidiyoruz. Vardığımızda saat beş olmuş ve yarım saat sonra hem teleferik, hem büyük “Oturan Buddha” heykeli kapanacak. Bir otobüse binip uzun ömürlü insanlarıyla tanınan Tai O Balıkçılar Köyü’negidiyoruz. Denizin kenarında ayaklar üzerinde inşa edilmiş ahşap, sefil evler. Daracık sokaklarda iç içe balkon ve avlulardan TV sesi geliyor. Evlerde hiçbir şey yok ama hepsinde baş köşede bir televizyon bulunuyor. Sokağa tamamen açık olan evlerde o saatte akşam yemeği yeniyor. Gelip geçenin içeri bakmasından rahatsız görünmüyorlar. Deniz kanallar yaparak içeri girmiş. Küçük, hoş köprüler var. Akşamın alaca karanlığında yeni yanmış ışıklarıyla köy çok ilginç ve değişik görünüyor. Sepet içinde çörekler satan yaşlı bir Çinli yanımızda belirip gönüllü rehberlik yapıyor. Çin’in en uzun yaşayan ve Hongkong’a ilk gelip yerleşen insanlar olduklarını söylüyor. Köyün içine doğru yürüyüp küçük parklarını, tapınaklarını görüyoruz. Çok yoksul görünüyorlar ama bu yoksulluk içinde uzun yaşıyorlarmış! Rehberliğinin karşılığı olarak sepetinden bir çörek satın alıyoruz.
Geri dönüp Çin yemeği yiyoruz. Kadın ve erkekler için ayrı kurulan gece pazarlarını dolaşıyoruz. Bangkok’takilere benziyor. Bir sürü ıvır zıvır. Yabancılardan çok kendileri alış veriş ediyor. Pazarlık gene aynı Çin’deki gibi. On isteyene bir teklif etmek gerekiyor. Bir ürünü beş ayrı tezgahta beş farklı fiyata görüyorsunuz.
Şehir büyük ve etkileyici. Caddeler ışıklı, hareketli. Dükkânlar şık. Pek çok büyük elektronik eşya mağazası var. Türkiye’de fiyat kontrolu için not ettiğimiz bazı ürün kod numaralarını sorduğumuzda çoktan eskimiş, hatta üretimden kalkmış olduklarını öğreniyoruz. Vergisiz satış yapmalarına rağmen fiyatlar bizden çok da ucuz değil. Lokantaların sokaklara dizilmiş masalarında yüzlerce insan deniz mahsulleri yiyor. Tabaklar Amerika boyutlarında, kocaman.
İnsanlar burada bakımlı ve şişman! Çin’de görmediğimiz aşırı kilolu, hatta Amerikan tarzı obezlere burada rastlıyoruz. Demek ki uluslararası Fast Food zincirleri Çin beslenme alışkanlıklarını da alt üst etmek için iş başında!!
Erkeklerin çoğunun saçı boyalı ve tırnakları uzun. Kadınlar bakımlı, makyajlı, ojeli. Batı tarzı Çinli olmuşlar. Zaten Leshan’dakarşılaştığımız, çok akıcı İngilizce konuşan, Amerikan Çinlisi sandığım fakat Hongkong’lu çıkan, fazla kendinden emin genç kıza “Çinli misin?” diye sorduğumda, “sort of” (bir nevi) cevabı alıyorum. Ne oldukları konusunda kendilerinin de kafası karışık.
Bir şey varsa, çok daha medeni ve insancıllar. Üç haftada Çin’de görmediğimiz yakınlığı burada görüyoruz. Yabancı olduğumuzu ve yolumuzu aradığımızı anlayan temiz pak gençler hep gelip yardım teklif ediyorlar.
Sabah metro ile yeniden Lantau adasına gidiyor, Thung Chung’dan teleferiğe biniyoruz. Bu teleferik daha önce gördüklerimize benzemiyor çünkü düz gitmiyor, köşe dönüyor, viraj alıyor ve neredeyse uçakta gider gibi yüksekten, deniz ve karanın üstünden yarım saat süreyle seyahat ediyoruz. İndiğimiz yerde küçük bir turistik köy var. Hediyelik ve giyecek eşyaları satan mağazalar, kafeler bulunuyor. Köyden bakıldığında uzakta Tian Tan Buddha heykeli sisler arasından seçiliyor. Yürüyerek tepenin altına geliyoruz. 34 m boyuyla Çin’deki en büyük beş Buddha arasında olan bronz heykel, aşağıdan bakıldığında çok etkileyici görünüyor. 268 basamak tırmanarak, heykelin lotus çiçeğinden taç şeklindeki kaidesinin yanına çıkıyoruz. Daire şeklindeki kaide yaklaşık üç-dört metre boyunda altı adet başka bronz heykellerle çevrili. Bu figürler Buddha’ya çiçek, tütsü, ışık, merhem, meyva ve müzik sunuyorlar. Bunlar Nirvanaya ulaşmak için gerekli olan yardımseverlik, ahlâk, sabır, azim, meditasyon ve bilgeliği simgeliyor.1993 yılında bitirilen ve Budizmin önemli merkezlerinden biri olan Tian Tan Buddha,tropik bitkilerle dolu tepenin zirvesinde, üç platformlu bir sunağın üstünde oturuyor ve insan ile tabiat, insanlıkla din arasındaki armoniyi sembolize ediyor.
Aşağıda Buddha’nın merdivenlerinin tam karşısında Po Lin manastırı var. Çok güzel bir yapı olan binanın kapısında Çin mitolojisinin en önemli figürü Dragon’un (ejderha) dokuz oğlundan biri olan Bixi’nin(biiçii okunuyor) taş heykelleri nöbet tutuyor. Bu çirkin ve korkunç suratlı aslan yavrusu benzeri mahluk, bütün önemli anıtsal binalarda bekçi olarak kullanılıyor. Renkli porselenden yapılmış nefis bir biblosunu Xian’da müslüman bir kadın satıcıdan, din kardeşi torpili ile uygun fiyata almıştık. Satıcının sözünü dinleyerek evde sokak kapısına bakacak şekilde yerleştiriyorum. Kötü ruhlardan bizi koruyacak, eve para çekecekmiş!
Manastırda ilk defa kadın keşişler görüyoruz. Klâsik turuncu cüppeleri içindeler ve saçları üç numara traşlı. Turistlerle fotoğraf çektiriyorlar.
Orman içinde bir buçuk km yürüyerek“Wisdom Path” (Hikmet yolu)’nu buluyoruz. Yüksek ahşap sütunlar üzerine Budistler, Taoistler, ve Konfiçyüs inananlarının yüz yıllardır koruyup sakladığı 260 kelimelik meşhur dua “Kalp Sutrası” yazılmış ve sütunlar, sonsuzluk ifade eden yatay sekiz şeklinde ormana yerleştirilmiş. Arkası yüksek tepe, önü ormanlık vadi olan bir yerdeler. Çok güzel, mistik atmosferi olan bir yer. Orada olmak hoşumuza gidiyor ve bir süre oyalanıp, kalıyoruz. Bir daha görmek isteyeceğim bir yer.
Metro ile Hongkong adasına dönüyoruz. Bu sefer hedefimiz bu adanın en yüksek yeri olan Victoria tepesi ya da kısaca anıldığı gibi “The Peak” (zirve). Gerek Lantau, gerek burası şehrin en gözde yerleri. Klâs konutlar, malikâneler, siteler buralarda bulunuyor. Yollarda dolaşan çok sayıda yabancı görüyoruz. Pek çok ünlü yabancı markanın yönetim merkezi burada olduğundan, Hongkong’da hatırı sayılır çapta bir yabancı nüfus yaşıyor. Parklarda sarışın çocukları gezdiren Çinli bakıcı kadınlar görmek sıradan bir olay.
Tepeden şehrin silueti nefes kesici. En yukarıda bir alışveriş merkezi yapmışlar. Manzara terasından şehre bakılıyor, yemek yenecek, oturulacak yerler var. Yabancı dilde kitaplar satılan güzel, büyük bir de kitapçı görüyorum. Çin’de çok az rastlanan bir şey bu. Her şehirde aradığım için biliyorum. 45 derecelik bir eğimle aşağı inen tramvay “Peak Tram” bu tepenin özelliği. Ahşap, camlı eski model bir araç. Gerçekten insanı korkutacak bir eğimle iniyor ama kısa bir mesafe gittikten sonra bizi indirip yolun kalanı için otobüse aktarıyorlar.
Otele dönüp bavulları metro istasyonundan THY kontuarına teslim ediyor, akşama kadar otel civarındaki kuş pazarı, balık pazarı ve çiçek pazarını geziyoruz.
Gece otelden sırt çantalarımızı alıp metro ile hava alanına gidiyoruz.
Hongkong önceden hiç tahmin etmediğim şekilde câzip bulduğum bir şehir. Genç olsam iş nedeniyle orada bir süre yaşayabilirdim.
Tabiat güzelliği ; 8/10
İnsanların genel karakteri ve turiste muamelesi; 8/10
Güvenlik; Dikkatli olunursa 8/10
Kişisel İlginçlik Katsayısı; 8/10
Bir daha gider miyim? Hayır!