Başkan Josip Broz Tito idaresindeki komünist Yugoslavya, 01.03.1992-14.12.1995 yılları arasında korkunç bir iç savaş yaşadı. Bu süre zarfında uluslararası Kızıl Haç verilerine göre 312.000 kişi hayatını kaybetti, 2 milyona yakın insan da evini barkını terk etmek zorunda bırakıldı. Öldürülenlerin 200.000′ i Boşnak’tı ve 20.yy sonunda, Avrupa’nın ortasında, bütün dünyanın gözleri önünde, herkesin gizli onayıyla, bu halk yıllar boyu sistematik soykırıma tâbi tutuldu.
1. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan Yugoslavya devleti, Ortodoks, Katolik ve Müslüman olmak üzere üç din ve Sırp, Hırvat, Boşnak, Sloven, Arnavut, Makedonyalı gibi çeşitli etnik gruplardan oluşuyordu. Ülke 2. Dünya Savaşı bitiminde Sovyet Bloku içinde yer aldı ve Tito’nun kuvvetli kişiliği ve otoritesi altında birliğini korudu. 1980 yılında onun ölümü ve 90’larda Doğu Bloku’nun parçalanmaya başlamasıyla, farklı grupları birlik halinde tutmak imkânsız hale geldi. En gelişmiş bölgeler olan Slovenya ve Hırvatistan, AB’nin teşvik ve kışkırtması ile Haziran 1991’de bağımsızlıklarını ilân ettiler. Onları Eylül 91’de Makedonya izledi. Bosna-Hersek Cumhuriyeti, Şubat-Mart 1992’de yaptığı ve Sırp nüfusun boykot ettiği referandum sonrası 5 Nisan’da bağımsızlığını ilân etti, bir gün sonra 6 Nisan’da da ABD ve AB tarafından tanındı. Bu kararı tanımayan Bosna-Hersek Sırpları, Bosna Sırp Cumhuriyetini kurarak ayrıldıklarını açıkladılar ve kendilerine toprak üstünlüğü elde etmek için Boşnak ve Hırvatlara karşı etnik temizliğe başladılar. Sırplar, Yugoslavya Devlet Başkanı Slobodan Milosevic ve Genel Kurmay Başkanı Perisic’in gizli-açık desteği ile Yugoslav ordusunun asker ve teçhizatını devralarak büyük üstünlük sağladılar. Bosna Sırp Cumhuriyeti ve Sırp demokrat Partisi Başkanı, eski psikiatrist Radovan Karadzic ve General Radko Mladic öncülüğünde acımasız bir etnik arındırma ve Sırplaştırma faaliyeti başladı. Üç yıl boyunca Sırplar hiçbir uluslararası konvansiyona kulak asmayarak soykırımı sürdürdüler. Bölgeye uygulanan silah ambargosundan zarar gören taraf olan Boşnaklar, hafif silahlarla karşı koymaya ve hayatta kalmaya çalıştılar. Savaşın sonlarına doğru Boşnakların pek çok cephede başarı kazanmaya başlaması ile devreye giren Batı tarafından dayatılan Dayton Barış müzakereleri sonucu, Sırplar savaşın sonlanacağını anladılar. Avantaj elde etmek amacıyla tüm güçleriyle Jepa ve Srebrenica’ya saldırdılar. Birleşmiş Milletler tarafından güvenli bölge ilân edilmesinden iki yıl sonra Srebrenica, uluslararası camianın tepkisizliği ve Hollandalı Barış gücünün göz yumması sonucu, 2. Dünya savaşı sonrası görülen en büyük soykırımı yaşadı.
Srebrenica’daki toplu mezarları ortaya çıkararak Pulitzer Ödülü kazanan Amerikalı gazeteci David Rohde, dünyanın tavrını şöyle eleştiriyor; Uluslararası camia, taraflı bir şekilde binlerce insanı silahsızlandırmış, sonra da onları en azgın düşmanlarına teslim etmiştir. Srebrenica, uluslararası camianın felâketin uzağında durduğu bir durum değildir. Aksine, uluslararası camianın eylemleri katilleri cesaretlendirmiş, onlara yardım etmiş ve işlerini kolaylaştırmıştır.
Birleşmiş Milletler temsilcisi Cyrus Vance ve AB temsilcisi Lord Owen, taraflarla müzakereler yaptılar ve Bosna-Hersek’i Boşnak-Sırp ve Hırvat olarak üç bölgeye ayıran haritalar hazırlayıp taraflara sundular. 1994 yılında NATO uçakları nihayet BM uçuş yasağını fiilen uygulamaya sokarak Sırpların hava üstünlüğünü ellerinden aldılar. Mart 1994’de Hırvat ve Boşnaklar, aralarında anlaşarak savaşmayı bıraktılar. Uluslararası baskılar sonucu İzzetbegoviç, Tudjman ve Milosevic anlaşma masasına oturdular. 21 Kasım 1995’de Dayton anlaşması kabul edildi. Son hali 14 Aralık 1995’de imzalandı ve böylece savaş son buldu. Bosna-Hersek, Boşnak-Hırvat Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti olmak üzere ikiye ayrıldı. Kuzeydeki Brcko ise her iki devlete de bağlandı ama uluslararası gözlem altında kaldı. Bu anlaşmaya göre Bağımsız Sırbistan ve Hırvatistan ile yetinilmemiş, Bosna Hersek’in yarısı da Sırp Cumhuriyeti adı altında Sırplara teslim edilmiştir. Kalan kısımda da Hırvat Boşnak federasyonu kurdurularak Boşnakların elinden ülkeleri alınmış oldu. Böylece savaş amacına ulaştı ve katiller dünya tarafından ödüllendirildi.
(Boşnak Medya ve Bursa Bosna Derneği’nin kaynaklarından yararlanılmıştır. Yorumlar bana aittir.)
2011 Yılının 22 Nisan sabahı saat 06.20 da çekme karavanımızı arkamıza takıp ilk durağımız olan Yunanistan’a doğru yola çıkıyoruz. Köprüde ufak çaplı bir kaza da dâhil bir seri aksilik ve gecikmelerle yolculuk başlıyor. Biz yola çıktığımızda hava İstanbul’da çok serin ve kış hâlâ devam ediyor. Alışılmışın aksine henüz erik ağaçları bile gönüllerince açamamışlar. Kavala’ya girdiğimizde erguvanların ve ayva baharlarının açıp geçmekte olduğunu görüyoruz. Şeftaliler ise çiçeklerini dökmüş, meyveye durmuşlar. Buraya bahar geleli epey olmuş gibi görünüyor.
Otoyol girişinde 7,5 € ödüyoruz. 100 km daha gidince bir 7,5 € daha, 10 km daha geliş gidişli stabilize bir köy yolunda yol aldıktan sonra bir 5,8 € daha alıyorlar. Larissa çıkışında bir 2,5 € daha ödeyince, iflâs halindeki ülkenin karayollarının milleti haraca kesmeye başladığına kanaat getiriyoruz!
Larissa’yı transit geçip akşam Kalampaka’ya varıyor, Kastrati köyünde Camping Vrachos’ayerleşiyoruz. Kamp inanılmaz kalabalık, zorlukla bir yer buluyoruz. Bu mevsimde böyle olursa yazın nasıl olur diye düşünürken köydeki kilisenin çanları gece yarısı çalmaya başlıyor. Arabasına binen gidiyor ve kamp bir anda boşalıyor. Paskalya yortusu olduğunu ve herkesin kilisede ayine gittiğini o zaman fark ediyoruz. Köye yürüdüğümüzde halk ayin sonrası ellerinde yanan mumlarla fener alayı halinde evlerine dönüyorlar. Sonraki üç gün her evin bahçesinde ve her karavanın önünde demir askılarda koyunlar çevriliyor. Et kokusu ve duman günlerce havayı kaplıyor. Bizde olsa “komşu imrenmişsindir” diye bir tabak getirilir ama burada hiç düşünen yok. İştahımız kursağımızda kalıyor!
Yunanistan, son gittiğimiz 1997 yılında çöp işgali altındaydı. Ormanlar, otoyollar çöp yığınları ile doluydu. Bizim ülkemiz ise daha temiz ve iyiydi. Şimdi onlar düzelmiş, biz ise berbat durumdayız. Ülkemizin her yöresinde, sayıları insan kalitesiyle ters orantılı olarak hızla artan son model oto ve ciplerden, otoyollarda, şehir içinde, pet şişeler, sigara paketleri suratınıza fırlatılıyor. En güzel bölgelerde bile maalesef yol kenarları çöplük halinde.
Komşumuz şehircilik açısından bizden çok parlak durumda değil. Binalar biraz daha iyi ama eski yüzlü. Ana karada imar planı ve mimari açısından pek olumlu fark görülmüyor. Otel, ev, tamirhane, bakkal, yan yana, tesadüfi ve çirkin bir şekilde bir arada sıralanmış. Küçük yerleşim yerleri nisbeten daha güzel. Ağaçlık mahalleler, temiz pak evler var. Sahil şehirleri daha şık görünümlü. Balkonlar çok büyük, güzel eşyalarla döşeli ve oturma odası olarak kullanılıyor. Bizde olduğu gibi herkesin taşınır taşınmaz birbirinden farklı renk ve malzemede camla kaplatıp depo amaçlı eşya yığdığı bir mekân muamelesi görmüyor. Fermuarlı şeffaf naylon ile kışlık kapatıyorlar, yaz gelince rulo yapıp yukarı kıvırıyor ve açık balkon olarak kullanıyorlar. Pencerelerin küçük ve kepenkli olması, İtalya’da olduğu gibi binalara güzellik vermiş. Yunanistan’ı berbat eden bir graffiti belâsı var ki inanılır gibi değil. Üzerine boya sıkılabilecek her santimetrekare duvar, tabelâ, trafik levhası boyanmış durumda ve yolunuzu bile bulmakta zorlanmanıza neden oluyor.
Meteora
Etimolojik olarak meteorit ile akraba olan bu kelime, Yunanca “havada asılı” veya “gökyüzünün ortasında” anlamı taşıyor. Doğal kum taşı kayaların üstüne kuş yuvası gibi inşa edilmiş altı manastırın bulunduğu bölge, Yunanistan’daki Doğu Ortodoks Manastırları’nın Athos dağından sonra ikinci en önemli kompleksini oluşturuyor. En yakın yerleşim merkezi Kalampaka (veya Kalambaka) oluyor. Manastırlar yaklaşık yedi kilometrelik bir alan içine yerleşmişler. Bölge Unesco Dünya Kültür Mirası’na dâhil edilmiş. En yakın olan manastır kampa 1 km, en uzağı 7 km mesafede bulunuyor. Kampta kalanların tamamı genç, çoğu kaya tırmanıcısı ve hemen herkesin köpeği var. Gündüz bütün o anıtsal büyüklükte kayalar, iplere asılı rengârenk kadın-erkek figürleri ile dolu. Biraz yokuş ve merdiven çıkmayı göze alarak en büyük manastır olan Great Meteoron ve Varlaam’a çıkıyoruz. İçlerinde tamamı ikonalarla süslenmiş küçük kiliseler, müzeler,sergiler bulunuyor. Yabancı turist az, ziyaretçilerin çoğu kendileri. Yunan tarihini anlattığı söylenen müze ve sergiler hep ülkemizle ilgili. Her yere azizleri toprağa gömen, asan, her türlü işkence yapan canavar görünüşlü palalı,şalvarlı, sarıklı, Türk resimleri asılmış. Etrafa kulak veriyoruz, 4-5 yaşında çocuklara babalar bizim barbarlığımızı anlatıyorlar. Tarihlere göz gezdiriyoruz, nedense hikâyelerde hep mağdur olan onlar. Emperyalistlerin maşası olarak Anadolu’yu işgale kalkıp gerisin geri Ege’de denize döküldükleri hiçbir yerde yazmıyor. Gören de zanneder ki onlar uslu, masum evlerinde otururken biz gidip oraları işgal etmişiz. Yalandan kim ölmüş?!
Karanlık suratlı, simsiyah giyimli, sakallı papazlar, abus çehrelerle ortalıkta dolaşıyorlar. Kilisede birinin telefonu ilâhi müziği şeklinde çalıyor, açıp Amin diye cevap veriyor! Her hangi bir dinin aşırı dinci mensubu olup da yüzünde nur olan birine daha hiç rastlamadım. Kafanın içi kapkara olunca yüz ve özellikle gözlerle bakışlar karardıkça kararıyor. Aslında hangi dinden olurlarsa olsunlar radikallerin birbirinden hiç farkları yok. Nursuzlukta, kötü niyette birbirleriyle yarışıyorlar.
Kampta kalanları gözlemliyoruz. Spor giyimli ve doğal insanlar. Şehirlerde gençlere bakıyoruz. Aşırı kıyafetler, saç modelleri, dövme, piercing gibi uç heveslere sık rastlanmıyor. Gençler mazbut görünüş ve davranıştalar. Aileler çoluk-çocuk bir arada tatil yapıyorlar. Sokaklar hareketli ama vitrinler çok demode ve rüküş.
Kamptan ayrılırken kamp sahibi hanım kırmızıya boyanmış yumurtalar ve ikona hediye ediyor. Her yerde bayram havası var. Bahçelerde sofralar hazırlanmış, kuzular çevriliyor, yol boyu herkes en şık elbiseleri ile birbirini ziyarete gidiyor.
Makedonya
Yunanistan Makedonya üzerinde hak iddia ediyor ve egemenliğini tanımıyor. Yol tabelalarında Makedonya adı geçmiyor, onun yerine RYOM (Republic Yugoslav of Macedonia) yazıyor. Yolda Yunanlılara ”Makedonya ne tarafta?” diye soruyoruz, “burası!” diyorlar. Sınırdaki Nikis Köyü’nde Türk plakalı arabamıza gene Yunanlı görevli suratsız, Makedonyalı sıcak ve cana yakın davranıyor. Sınırdan girince doğru Manastır-Bitola’ya gidiyoruz. Ata’mızın müzesinin bulunduğu eski Manastır İdâdîsi şehrin merkezinde, meydanda güzel bir bina. Şimdi Şehir Müzesi olarak kullanılıyor. Türkiye 1998 yılında Süleyman Demirel’in Cumhurbaşkanlığı zamanında 2. katına bakımlı, sade bir anı odası yapmış. 2001 yılında da Genel Kurmay Başkanlığı tarafından mevcut heykel hediye edilmiş. Bizimle birlikte iki otobüs dolusu Türk ziyaretçi var. Grubun rehberlerinden Sarı Saltuk türbesinin yerini ve burada ona Aziz St. Naum dendiğini öğreniyoruz.
Sarı Saltuk,13. yy alperenlerinden ve Hacı Bektaş Veli’nin mür’idi olan efsanevi bir kişilik. Sadece Müslümanlar değil, Ortodoks Hristiyan Gagauz Türkleri arasında ve Balkanlarda da Aziz olarak kabul ediliyor. Rumeli’nin İslâmlaşmasında önemli rol oynamış. Halk tarafından çok sevilip sayılmış ve daha yaşarken, yaptıkları ile efsane haline gelmiş. 99 yıl yaşadığı ve mucizeler gerçekleştirdiği iddia edilen hayatı, Saltukname adlı eserde anlatılıyor. Bu eser Fatih Sultan Mehmet’in oğlu Cem Sultan’ın şehzadeliği zamanında, onun talimatıyla sözlü gelenekten toplanıp derlenmiş ve 1480 yılında yazıya geçirilmiş. Şükrü Haluk Akalın tarafından bugünkü Türkçe ile üç cilt olarak tam metin halinde hazırlanmış ve1987-90 yıllarında Kültür Bakanlığı tarafından basılmış. Aslen Tunceli-Hozat kökenli olduğu ve hâlâ soyundan kişilerin orada yaşadığı söyleniyor. 12 ayrı yerde türbesi var. Bunların en ünlüsü, Müslümanlığı kabulünde rolü olduğu bilinen İznik’te ama asıl mezarının Romanya-Dobruca kasabasının Babadağ köyünde olduğu sanılıyor. Biz Ohrid gölü kıyısındaki türbe ve kiliseyi de, Bosna-Hersek Blagaj’da bulunan tekkeyi de ziyaret ediyoruz.
Manastır şehrini dolaşıyoruz. Uzun bacaklı, sarışın, mavi gözlü güzel gençler kalabalığı ile birlikte Piyasa caddesinde aşağı-yukarı yürüyoruz. Kafeler ağzına kadar dolu ve hepsinden inanılmaz yükseklikte müzik sesi dışarı taşıyor. Biz önlerinden kulaklarımızı kapatarak geçerken onlar hiç rahatsız olmuş görünmüyorlar. Eski çarşı ve camileri dolaşıp Ohrid gölüne doğru yola koyuluyoruz.
Göl büyük, berrak, canlı bir mavi renkte ve etrafındaki tabiat çok güzel. Struga’ya 10 km., Arnavutluk sınırına 7 km. mesafede, göl kıyısında bulunan Livadiste Camping’e yerleşiyoruz. Mevsim erken olduğundan 5 hektar alana yerleşmiş olan kamp bakımsız. Bizden başka İsviçre plakalı bir karavan daha var. 27 km.yol giderek St. Naum-Sarı Saltuk kilise-türbesine ulaşıyoruz. İçinde tatlı su kaynakları bulunan bir akarsuyun göle döküldüğü müthiş bir noktada bulunan kilise yerleşkesi, göle tepeden bakan ağaçlık bir park içine konumlanmış. 30 adedi dere içinde, 15 adet göl kıyısında olmak üzere 45 adet tatlı su kaynağı, daha önce ABD-Wakulla Springs’de gördüğümüze benzer şekilde kaynayarak suya karışıyorlar. Park içinde kuyruklarını açarak salınan tavus kuşları serbest dolaşıyorlar. Kimi bahçede, kimi binaların üstünde, balkonlardalar. Kilisede görevli papaz, mezarın varsayılan yerini gösteriyor ve bize Sarı Saltuk’un temsili bir resmini hediye ediyor. Ruhuna dua ediyor, Ohrid gölünün muhteşem gün batımını seyrederek kampa dönüyoruz. Yol üstünde Struga’da yediğimiz Burek fena değil ama baklava yufkası ile yaptığımız kendi Boşnak böreğimizi daha başarılı buluyoruz!
Üsküp;
Vardar nehrinin içinden aktığı şehir büyük ama bakımsız ve eski yüzlü. Eski çarşıda hem kiliseler hem camiler bir arada bulunuyor. Türkçe tabelalar görüyoruz. Türk asıllılar sempati duyuyor ve Türkçe konuşarak yardımcı oluyorlar. Bir Türk lokantasında başarılı bir İnegöl köfte yiyoruz. Her şey çok tanıdık. Kendimizi ülkemizde hissediyoruz.
Makedonya Kosova’ya nazaran çok daha temiz, düzenli, süratli gidilmesine rağmen trafik kurallarına uyulan, yeşil bir ülke. Levhalar da daha sağlıklı düzenlenmiş.
Kosova
Tüm ülke araba satıcısı, hurdacı, araba parçacısı, lastikçiler ve araba yıkayıcılarından oluşmuş. Bütün eski Yugoslavya’yı kaplayan ormanlar burada bitiyor. Gördüğümüz manzara gerçekten şaşırtıcı. Hiçbir düzen yok. Tam bir karmaşa hâkim. Son model arabaların parçalanarak üst üste yığıldığı açık alanlar yan yana kilometrelerce sürüyor. Sonradan Kosova’nın Avrupa’dan çalınan otomobillerin parçalanarak Orta Doğu ülkelerine satıldığı bir merkez haline geldiğini öğreniyoruz. Priştina da, Mitrovica da, aynı derecede karışık. Trafik işaretleri çok kötü ve yetersiz. Dilenciler, çöp yığınları, ağaçlardan sarkan naylonlar, yol inşaatları, toz, toprak, çamur, plakasız arabalar ve felâket bir trafik! Öyle kötü araba kullanıyorlar ki hiç mola vermeden kaçarak canımızı zor kurtarıyoruz. Bir kazaya kurban gitmek an meselesi. Her yerde Eurofor (Avrupa Barış Gücü) ve Kfor (Kosova Nato Barış Gücü) amblemli ve içinde resmi-sivil yabancılar olan araçlar dolaşıyor. Yol üstünde yabancı bayraklı karargâhlarını görüyoruz. Batı’nın buraya da Bosna, Irak, Afganistan ve Libya’dan sonra demokrasi ve özgürlük(!) getirmeye kararlı olduğu her şekilde belli oluyor. Vah Kosova’ya! Yakında kan gövdeyi götürecek demektir. Allah onların demokrasisinden ülkemizi korusun!
Crna Gora-Karadağ- veya Avrupalı deyimiyle Montenegro
1750 m.yükseklikte ve bir kayak merkezine komşu olan Kula-Rozaje sınır kapısından ülkeye giriyoruz. Her taraf ladin ve göknar ormanları ile kaplı. Virajlı dar yoldan Rozaje’ye inerken cami inşaatında büyük bir Türk bayrağı görüyor ve durup, kalacak yer soruyoruz. Restoran Duga ismini veriyorlar. Şehi riçinde sarışın bir genç adam arabayı işaretle durdurup yanımıza geliyor. Faruk Dedeic isimli Karadağ’lı Müslüman sayesinde restoranı buluyor, büyük, düzenli ve temiz bahçesinde elektrik ve su alarak geceliyoruz. Faruk Dedeic sık sık Türkiye’ye geliyor ve Boşnak nüfusun yaşadığı Adapazarı-Bursa gibi illerde kuru et ve Boşnak’ların rağbet ettiği diğer bazı ürünleri satıyor. Onun sayesinde Yunan gazı yüzünden bozulan arabamızın gaz ayarını da yaptırıp yola otogaz ile devam edebiliyoruz.
Yol dar ve virajlı. Etraf çok güzel dağlık ve ormanlık. Yükseklerde karlı alanlardan bile geçiyoruz. Hava soğuk ama manzara harika. Berane, Podgorica ve Bar’dan geçip Ulcinj’de Camping Oliva’da kalıyoruz. Evler genellikle küçük, eski yüzlü ama bahçeli, şehirler ferah. Her kapıda mutlaka asma sardırılmış bir kameriye bulunuyor. Serin havaya rağmen masa ve sandalyeler bahçelerde yerini almış. Kampımız zeytin ağaçları altında ve deniz kenarında bulunuyor. Koca kampta tek başlarına karavanlarında kalmakta olan ve biz yerleşirken sohbete gelip yanlarında çalışan Türk işçileri olduğunu söyleyen Alman aile, Türk plakasını görünce aramızdaki ağaçlara ip çekip, büyük bir çarşafı paravan olarak asıyorlar. Türklerle ilgili tecrübelerinin hiç de parlak olmadığını tahmin ediyor, kısmen hak vermekle birlikte bu nezaketsizlikten rahatsız oluyoruz ama yabancılarla ilişkilerde kendimizi isbata çalışmaktan vazgeçeli çok olmuş. Umursamıyoruz. Kampçı kadın Müslüman ve bize çok sevgi gösteriyor.
Karadağ’da temiz, bakımlı alanların içinde bulunan mezarlıklar ilgimizi çekiyor. Din ayırımını belirtmek için Müslüman mezar taşlarının yanına küçük minarecikler dikiyorlar. Hıristiyan mezar taşları siyah mermer ve granit oluyor. Genellikle taşlar üzerinde ölünün fotoğrafı baskı yapılıyor.
Şehirler şimdilik bakımsız ama AB’ye girmek üzereler ve 5 yıl içinde turizm sayesinde tamamen değişip gelişeceklerini tahmin ediyoruz. Kotor çok güzel bir şehir. Kendimizi orta çağda zannederek Eski Şehir-Stari Grad’ı geziyor, marina önünde kurulmuş pazardan meyve alıyoruz.
Hırvatistan
Adriyatik boyunca kıyılar dantel gibi. Tabiat muhteşem ama çok sayıda balık çiftliği kurulmuş. Onların kirliliğinin mutlaka zararı olduğunu tahmin ediyoruz. San Stefan adasında tamamı taş binalardan oluşmuş Eski Şehir-Stari Grad’ın yukarıdan görünüşü çok etkileyici. Daha önce gördüğümüz hiçbir şeye benzemiyor. Dubrovnik Rivierası’nda Mlini’de Camping Kate’e yerleşiyoruz. Dubrovnik’te Stari Grad mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri. Sokaklarında, meydanlarında, deniz kıyısında dolaşıyor, küçük, şık dükkânlardan hatıra eşyalar satın alıyor, sokaklara dizilmiş renkli şemsiyeler altında oturup yemek yiyor, İstanbul’da sergisini gezip çok beğendiğim Boşnak ressam Mirsad Berber’in resimlerini bir galeride görüyor, tekrar hayran oluyoruz.
Bosna-Hersek
Ertesi gün durmadan yapay sınırlardan geçip pasaport göstererek ve sürekli ülke değiştirerek önce Katoliklerin hacı oldukları Medugarje’ye gidiyoruz. Burası tam anlamıyla Meryem Ana ticareti yapılan bir yer. Tüm Avrupa’dan hacılar, üstünde Mariane Pilgrimage yazan otobüsler dolusu geliyorlar. Büyük katedralde biz oradayken bir Fransız papaz vaaz veriyordu. Dükkânlar Meryem Ana resimleri,heykelleri, bebekleri ve akla gelebilecek her türlü Meryem temalı hediyelik eşya ile dolu. Oradan dünya güzeli, boncuk mavisi Neretva Nehri’nin Hırvat ve Boşnak tarafı olarak ikiye böldüğü Mostar’a geliyoruz. 1992 yılında savaş sırasında Hırvat’ların yıktığı, 2004 de Türkiye’nin katkılarıyla aslına uygun olarak yaptırılıp açılan ünlü köprüden geçiyor, eski çarşıda dolaşıyoruz.
Blagaj’da Tekija-Sarı Saltuk Derviş tekkesine gidiyoruz. Dik kayalık yamaçtaki mağaradan çıkan sularla kayadan çıkan nehir gibi görünen, Buna Nehri su kaynağının yanındaki bu ilginç yer o sırada restorasyonda ve etraf fazla turistik olmuş. Suyun rengi güzel bir yeşil, temiz ve epey soğuk. Kıyıdaki lokantalardan birinde alabalık yiyoruz. Tekkenin tarihi yaklaşık 500 yıla dayanıyor. Bitişiğindeki türbede Sarı Saltuk ve tekkenin şeyhliğini yapmış Âşık Paşa’nın sandukalarının bulunduğu söyleniyor. Burası St. Naum kilisesinden sonra, ziyaret ettiğimiz ikinci Sarı Saltuk türbesi oluyor.
Pocitelj-Türk Köyü 1993 yılında iç savaşta yıkılıp 2005 yılında restore edilmiş. Yamaçta yerleşmiş güzel bir cami ve taş evler var. Kafede Türkçe “Türk çayı bulunur” diye yazıyor ama etrafta hiç Türk yok. Çalışan üç kişiye Türkçe hitap ediyoruz ama kimse bir kelime bile anlamıyor. Zaten Medugarje insan kaynarken burada bizden başka kimse yok! Ayrıca yamacın en üstünde, gösterişli çan kulesi ile kocaman bir kilise bulunuyor. Hangi Türkler için, kim ne zaman yapmış bilmiyorum!
Hırvatistan Avrupa ülkeleri seviyesinde tam gelişmiş olmasa da alt yapısı hazır ve küçük yerleşimlerde bile genel bir gelişmişlik düzeyi görünüyor. Tüm ülkede ya asfalt ya çim var, hiç çamur görmüyoruz. Bosna Hersek’te tüm ülke doğa olarak milli park görüntüsünde ve bu bozulmamışlık bizi şaşırtıyor.Tamamı orman, nehir, dar yollar, küçük köyler, yemyeşil bir tabiat ama Hırvatistan çok daha temizken burada su kenarları çöp içinde. Bahçeler özensiz, yol kenarları çamur. Ağaç dallarından naylonlar, paçavralar sarkıyor. Evler bakımsız, sıvasız. Pek çok yerde kurşun delikleri ile yıkıntı haline gelmiş ve terk edilmiş harabeler görüyoruz. Savaşın tahribatı en çok Bosna Hersek’te görülüyor. Özellikle Sırp bölgelerinde dikkat çekici şekilde her kasaba girişine büyük ve gösterişli kiliseler inşa edilmekte. Savaşta batılı ülkelerin tam desteğiyle tüm çabalarına rağmen yok edemedikleri, savaş sonrası sun’î sınırlar çizerek barbarca yurtlarını, evlerini ellerinden aldıkları Müslümanları şimdi din ve kültürlerini yok edip asimilasyon yoluyla sıfırlamayı planlıyorlar. Maalesef Bosna-Hersek’in Sırp bölgesinde kalmış olan dede memleketim Banjaluka’ya yolculuğumuz sırasında, Jayce’ye yaklaşırken yüksek ormanlık bir kanyon ortasında yemyeşil Vrbas nehrini görüyoruz. 2009 Dünya Rafting Şampiyonasının yapıldığı nehirden 40-50 kg.lık balık çıktığı söyleniyor. Jayce siyah çatılı Avrupa tarzı binaları, içinde büyük ve etkileyici Vrbas şelâlesi akan ormanlık şehir parkı, Osmanlı kalesi, saat kulesi ve kale içi tarihi evleri ile yolculuğumuzun en güzel duraklarından biri. Bihac yolunda Plivsko Jezero’yagidiyoruz. Pliva gölünün Vrbas’a akarken yaptığı set şelâleler ve değişik kademelerde orman içi göletlerle çok değişik ve harika bir yer. Su kenarındaki bungalovlarda kalınabiliyor. Biz oradayken devamlı yağan yağmur altında yerel halk şemsiye ile mangal keyfi yapıyor, balık tutuyorlar.
Bahçesinde konakladığımız Hotel Mandiko’nunlokantasında ahbaplık ettiğimiz göl müfettişi Hıristiyan Bosna-Hersekli, biraz içince Tito ve Milosevic’e sert biçimde küfrediyor,“ABD yaptırdı, onlar yüzünden Müslümanları katlettik” diyor.
Dedemin babasının 17 yaşında okumak için İstanbul’a gelirken ayrıldığı Banjaluka’yı görmek çok heyecan verici. Bir avuç toprak alıp torbaya koyuyor, anneme getiriyorum. İçinden Vrbas nehrinin aktığı, köprüleri ve nehir boyu yeşillik sokakları, kalesi, geniş ferah caddeleri, bahçeli, müstakil evleri ile Banjaluka güzel bir şehir. Tarihi cami restorasyonda olduğundan göremiyoruz. Ana cadde-Piyasa’da çok gösterişli ve bakımlı kiliseler var. İnsanlar medeni ve güzel. Ihlamur ve her tür yetişmiş ağaç caddeleri süslüyor. Kendisi Hıristiyan, kocası Müslüman Dushanka ile yol sorarken tanışıyor, Avrupa’daki tek Müslüman nüfusu yok etmek için savaşı çıkaranlara da, onlara uyup kırk yıllık komşularına tecavüz edip katledenlere de birlikte lânet ediyoruz.
Travnik küçük, güzel bir Osmanlı şehri. İlk şokumuzu kalede peşimize takılıp Fatiha okuyan her boydan çocuk grubu ile yaşıyoruz. Kuran okumalarını sempatiyle izlememiz üzerine “bahşiş, bahşiş” diye etrafımızı çeviriyor, peşimize takılıyorlar. Bu çirkin davranışı ödüllendirmiyoruz ama birileri tarafından alıştırılmış oldukları belli.
Merkezdeki tarihi ahşap camiyi, diğer camileri, türbe ve mezarları ziyaret ediyoruz. Bizi dükkânına ısrarla davet eden Arnavut börekçi, para üstünü epey eksik vererek bizi dolandırmak istiyor. İkram göreceğiz zannederken aldatılmaya çalışılınca öfkeyle, kötü izlenimlerle yola çıkıyor, Drina nehri üstündeki Foça ve Gorazde’den geçerek Sarajevo’ya geliyoruz. Bu bölgelerde kurşun delikleriyle harap olmuş ve terk edilmiş daha fazla sayıda bina var.
Sarajevo’da ilk ziyaret ettiğimiz yer, Sırplar tarafından şehrin kuşatıldığı 1993 yılında şehir halkının gizlice kazdığı Hayat Tüneli veya kısaca “Tünel”. Birleşmiş Milletler kontrolündeki hava alanı ile şehir arasında gıda ve zaruri ihtiyaçların naklini sağlayan tünel, hayatî bir işlev görmüş. 1m en, 1,5 m yükseklik, 960 m uzunluktaki tünelden şehre 20 milyon ton yiyecek girdiği ve bir milyon insan geçtiği söyleniyor. Tünelin 20 metrelik bölümü halen müze olarak ziyarete açık bulunuyor.
Sarajevo’nun eski çarşısı herhangi bir Türk şehrinden farksız. Köfteciler, Boşnak Börekçileri sıra, sıra dizilmişler. Pideli İnegöl köfte gibi olanCevapcici ve şiş kebap olan Raznjici yiyoruz. Boşnak börekleri yuvarlak bakır tepsilerde zincirlerle asılı olarak kömürde pişiriliyor. Ateşin gücünü tepsiyi aşağı, yukarı indirip, kaldırarak ayarlıyorlar. Annemden öğrendiğimiz Hurmasice-Hurmacık tatlısı ile kıymalı-patatesli Boşnak böreğinin oradakilerden çok daha lezzetli olduğunu görüp övünüyorum. Çarşıda dolaşıp, dibi ay-yıldızlı Türk kahvesi cezve-fincan takımı alıyoruz. Sora, sora kuru et-suho meso satılan Pazar yerini buluyoruz. Arnavut asıllı Adil Adinovic’in tezgâhından, biftekten yapılma ve hayatımızda yediğimiz en mükemmel kuru etleri alıyoruz.
Drina göz taşı renginde çok güzel bir nehir. Çocukken okuduğum İvo Andric’in Drina Köprüsüromanında anlatılan, Sokollu Mehmet Paşa tarafından yaptırılmış eski Osmanlı köprüsü Stari Most’u Višegrad’da görüyor, duygulanıyor, fotoğraflarını çekiyoruz.
Vardište kapısından girdiğimiz, en gelişmiş bölge olduğu söylenen Sırbistan daha medeni ve düzgün.Evler, özellikle kat, kat dik çatılar güzel ve bakımlı ama orman daha az, ekili arazi ve sanayi daha fazla. Bahçesinde konakladığımız lokantanın yaşlı Sırp sahibi o kadar nazik, cömert ve güler yüzlü ki, tüm seyahat boyunca ilk defa birisi para almayı reddediyor ve bana bu yolculuğa çıkmama neden olan ön yargılarımı gözden geçirtiyor. Bir bireyden nefret etmenin bir ırk veya milletten nefret etmekten daha zor olduğunu bir kere daha görüyorum!