ABD’nin en kuzey eyaleti olan Alaska, gerek iklimi, gerek yerleşim merkezlerinin tarzı ve mimarisi, gerekse sosyal hayat açılarından, bulunduğu ülkeden çok Kanada’ya benziyor.
Küçük ve tarihi yerleşim merkezlerinin korunmuş olması, eski kovboy kasabalarındaki binaların, barların, kiliselerin olduğu gibi muhafaza edilmesi, ayrıca kasabaların içine serpiştirilmiş tamamen turiste yönelik ve yöreye has hediyelik eşya, kürk, değerli taşlar, ambalajlanmış balık ve deniz ürünleri, örgü eşyalar, yerli el sanatları vs. satan şık mağazaların varlığı, buraya ABD’deki diğer bölgelerden farklı, özel ve ilginç bir nitelik kazandırıyor.
Alaska’da olmak, kendiniz için özel yazılmış bir belgeselde rol almak gibi. Bunu çok çarpıcı şekilde ilk uğrak yerimiz olan Ketchikan’da öğreniyoruz. Herkes gibi şehir merkezinin olduğu Creek Street’e doğru yürürken bir derenin üstündeki köprüden geçiyor, tesadüfen aşağıdaki suya baktığımızda gözlerimize inanamıyoruz. Dere, yukarı doğru yüzmeye uğraşan binlerce somonla tamamen dolu. Hepsi en az sekiz-on kiloluk ve yaklaşık 70-80cm boyundalar. Daha önce defalarca duymuş, hatta televizyonlarda görmüş olmamıza rağmen bu doğal olaya böyle yakından şahit olmak olağanüstü bir şey. Her şeyi unutup yukarı doğru dereyi takip etmeye başlıyoruz. Arada yaklaşık beş metre yüksekliğinde bir şelâle var. Burada durup o zavallı balıkların zıplayarak, birbirinin üstüne düşerek, sayısız defa çaresizce yukarı çıkma çabalarını uzun süre ibret ve hüzünle izliyor, onların işini kolaylaştıracak çeşitli asansör sistemleri hayal ediyoruz!! Maalesef hiç kimse tabii doğaya müdahale etmiyor ve büyük çoğunluğu bu yolda ölerek akıntıyla geriye sürükleniyor. Dere kenarı kayalara, otlara takılmış cesetlerle dolu. Biz yukarı tırmandıkça sular yavaş yavaş sakinleşiyor. Sonunda en durgun ve taşlık bölgeye vardığımızda menzile ulaşabilen çok küçük oranda dişi somonun, ufak kuyruk hareketleri yaparak akıntıya karşı güçlükle kıpırtısız durduklarını ve yumurtalarını bıraktıklarını görüyoruz. Neslini devam ettirebilmek için bu kadar göz yaşartıcı bir çaba gösteren başka yaratık var mıdır, bilmiyorum. Binde biri denize ulaşabilip büyümeyi başaran bebeklerin bundan sonraki mücadelesi de annelerininkinden daha az hazin ve zorlu değil maalesef.
“Bizde olsa bu balıklar daha deniz kıyısından dereye girer girmez balıkçıların eline düşerdi, nasıl burada kimse ilişmiyor?” diye merak edip sorduğumuzda, yumurtlama döneminde balıkların son derece lezzetsiz olduklarını, ayrıca yakalayanların büyük cezalara çarptırıldıklarını, derelerde yumurtlama dönemi dışında türlerine göre somon balıkçılığının günlük kotaya tâbi olduğunu öğreniyoruz. Bu sebepler gelişmemiş bir ülkede asla engellemeye yeterli olmazdı ama bilinçli insanların yaşadığı bir ülkede insanların kendi kontrolü var ne mutlu ki.
Ketchikan minicik, sevimli bir kasaba. Yerli nüfusun oturduğu evlerin kapı önlerinde hep yüksek totemler var. Bizim sandığımız gibi bunlar ibadet için değil, ya ölmüş atalarının anısına, ya da önemli bir sosyal olayı hatırlatmak amacıyla dikiliyorlarmış. Burada bulunan yerli sanatına ait müzede çok eski tarihlileri mevcut.
Avcılık ve balıkçılık çok önemli geçim kaynakları. Pek çok kürk ve deri mağazası bulunuyor.
Şehri gezip, biraz alışveriş yapıp gemiye dönüyoruz. Akşama doğru Narrow Channel (dar kanal) da seyrederken “Whale watching” (balina izleme) için rehber tarafından uyarılıyor, doğal ortamlarında hoplayıp zıplayan pek çok balinayı heyecanla izliyoruz. Maalesef o kadar hızlı hareket ediyorlar ki resimlemek mümkün olmuyor.
Ertesi gün Alaska eyaletinin baş şehri Juneau’dayız. Senede 360 gün yağışlı olmasına rağmen hafif bir çiseleme ile atlatıyoruz. Hava ile ilgili şansımız devam ediyor. Gemiden iner inmez karşımıza “İstanbul” isimli halı mağazası çıkıyor. İçeri girip vatandaşlarımızla selamlaşıyoruz. Meksika’dan sonra oraya da dükkân açan üç ortak. Yedi senedir Alaska’ya yerleşmiş bir başka Türk de onlara lisan konusunda yardımcı oluyor.
Juneau biraz daha büyük ama tarzı aynı. Sevimli, hareketli dar sokaklarda neşeli, bol çeşitli dükkânlar var. Bütün turizm gemilere bağlı. Bizim gemiden sonraki hafta son bir sefer daha olduğunu, sonra kış boyunca kimsenin gelmeyeceğini öğrendik. Dükkânların bir kısmı sezon sonu nedeniyle kapanmaya başlamıştı bile.
Tur satın alarak Mendelhall Buzulu’nagidiyoruz. Otobüsten indikten sonra göle dökülen derenin üstündeki ahşap köprüde buzulu görmek üzere yürürken birden bir mucize gerçekleşiyor ve yanında biri siyah, biri kahverengi iki yavrusu olan bir dişi ayı ağaçların arasından çıkıp dereye giriyor, pençesini suya daldırıp kocaman bir somonu kucaklayıp dönüp geri gidiyor. Gözlerimize inanamaz şekilde baka kalıyoruz. Bir Japon turist kadınla ben çığlık atıp fotoğraf makinelerine saldırdığımızda ormana girmişler bile. Yavrunun birini arkadan yakalayabiliyorum. Öyle heyecanlanmışız ki, ne buzulun güzelliği, ne yanındaki şelâle ve boncuk mavisi gölün ihtişamı, bu olaya şahit olmanın etkisini gölgeleyemiyor. Gün boyu ayıları konuşup duruyoruz. Park çıkışında Amerikalı iri kıyım park bekçisine heyecan içinde olayı anlatınca adam kanıksamış bir gülümsemeyle yavrular biri kahve biri siyahtı değil mi? diye soruyor. Benim heyecanım birden soluveriyor. Tamam diyorum içimden. Bunlar da Kennedy uzay merkezindeki ay aracı gibi kadrolu, turistik Amerikan ayısı herhalde. Ormanda saat kurulu, her yarım saatte bir çıkıp bir somon tutup evine dönüyor. Akşam mesai bitiminde her somon üzerinden prim alıyor. Olur mu, olur, burası Amerika!!
Juneau binlerce yıl Tlingit yerlilerinin vatanı olmuş. Burada avlanmış, balık tutmuşlar. 1880’de Alaska’da altın çıkınca yabancı hücumuna maruz kalmış. Önce ilk gelenlerden İngiliz vatandaşı Richard Harris’in isminden “Harrisburg” adını almış. Fakat Harris’in bir süre şehirden uzaklaşmasını fırsat bilen Fransız Juneau, 1881’de halk oylaması ile Juneau City ismini kabul ettirmiş. 1882’de City eki atılarak sadece Juneau kalmış. 1906 da da Sitka’danbaşkentliği devralmış. Hava yumuşak ve yağışlı. Kışın -6C altına nadiren düşüyor. 1Cile -3C arasında değişiyor. Yazın ise 7 ila 18C arasında.
Tarihi Red Dog barını da gördükten sonra gemiye dönüyoruz.
Skagway, yerli dilinde Rüzgarlı yer demekmiş. Ormanlı dağların zirveleri ile çevrelenmiş şirin, küçük bir kovboy kasabası. Yerli kültürünün etkisi burada da devam ediyor. Buranın özelliği “White Pass” (Beyaz geçit) treni. 1898’de Klondike altına hücum zamanında, imkânsız denmesine rağmen 26 ayda inşa edilen bu tarihi demir yolu, %3.9 luk bir eğimle ve 16 derecelik dönüşlerle kayaların üstünde askıda kalır şekilde 20 km.de 1000 m. yükseğe çıkıyor. İki tünel ve bir çok köprüden geçiyor. Bunların biri, 1901 de inşa edildiğinde dünyanın en yüksek çelik köprüsü imiş. 1900’de altın heyecanı ile bitirilen 110 km.lik yol, Skagway limanınıYukon’a ve oradan Alaska’nın içlerine bağlamış.
Skagway’in en meşhur barı olan “Red Onion Saloon” tarihi bir genelevden bozma ve servisi o yılların kızlarının kostümleri içindeki genç kadınlar yapıyor.
El işi ağaç oymacılığı, yarı değerli taşlardan mücevherler, hayvan kemiklerinden süs eşyaları ve hayatımda gördüğüm en kaliteli ve orijinal el örgüsü giyecek eşyaları şık dükkânlarda sergileniyor. Tasarımları çok özel olduğundan fotoğraf çekme izni yok. Fiyatları epeyce (bir hırka yaklaşık 750 ile 1200 US$) yüksekti.
Ertesi gün “Glacier Bay” (Buzul körfezi) içinde seyrediyoruz. Bugün yağış var. Dar ve iki yanı ormanlık dağlar olan bir fiyordda doğal hayat rehberinin hoparlörlerden açıklamaları eşliğinde zirvelerdeki sayısız buzulları izliyoruz. Yıllar içinde nasıl gerilediklerini, yok olmakta olduklarını görüyoruz. Fiyordun sonuna geldiğimizde yan yana iki büyük buzul görünüyor. Biri güzel mavi-beyaz rengi ile Margery buzulu, diğeri hemen yanında olmasına rağmen Kanada hudutları içinde kalan kirli Grand Pacific buzulu ve John Hopkins. Buzulların kirli görünmesinin nedeninin, yaz sonu olması yüzünden üst tabakanın erimesinden kaynaklandığını, kışın yeni kar yağdığında gene beyazlayacaklarını öğreniyoruz.
Bir gün sonra bu sefer College fiyordunda seyir halindeyiz. İki tarafında da da tepeleri bembeyaz buzullarla kaplı ormanlık dağlar olan nefis bir fiyordda harika güneşli bir gün boyunca gidiyor, sonunda olağanüstü güzellikteki Harvard buzuluna geliyoruz. Yol boyu gördüğümüz buzullara hep okul isimleri verilmiş ama Harvard en etkileyici olanı. Kaptan iyice yanına kadar gidip 360 derece dönüyor. Rahat rahat her yönden izleyip resimlemek imkânı buluyoruz.
Buzullar kendi mikroklimalarını oluşturuyorlar. Hava ne kadar güzel de olsa bir buzulun yanına gittiğinizde dondurucu bir soğukla karşılaşıyorsunuz.
Buzulun mavi renginin asgari yüz yıl sonra oluştuğunu öğreniyoruz. Yıllar geçtikçe alt katmanlardaki karın içinde bulunan hava kabarcıkları basınç altında dışarı çıkıyor, geriye sadece buz kristalleri kalıyor, diğer renklerin buzdan yansıyarak yeşil ve mavinin emilmesi neticesi o tatlı turkuaz renk ortaya çıkıyor.
Sabah erken Whittier limanına geliyoruz. Burası bütün nüfusun yarısının tek bir büyük binada oturduğu, büyük bir körfezin sonuna yerleşmiş küçücük korunaklı bir liman. O kadar küçük bir yer için fazla büyük bir yat limanı var. Anchorage yakın olduğundan (yaklaşık 60km.) onların tekneleri de burada duruyor. Whittier da yüksek dağlarla çevrelenmiş. Her taraftan şelâleler akıyor. Deniz dar bir körfez olduğundan her zaman sakin. Buradan Alaska’nın içine doğru seyahat etmek için mutlaka 2.5 km.uzunluğunda bir tünelden geçmek gerekli. Her saat başı on beş dakika süreyle Whittier’dan dışarı, kalan sürede dışarıdan içeri, trafiğe iki yönlü olarak izin veriliyor. Dışarıda, girmek için bekleyen uzun araç kuyrukları oluşabiliyor. Sabah güneş doğmadan fırlayıp, tek araç kiralama şirketinin önünde kuyruk oluyoruz. Son otomobillerden birini kiralayarak saat dokuzda tünelden çıkıyor, Anchorage’a doğru yola koyuluyoruz. Yol boyu derelerde gene yumurtlayan somonları görüyoruz. Turnagain körfezinde gelgit nedeniyle deniz suları tamamen çekilmiş, dibin çamuru ortaya çıkmış. Beluga Burnunda fotoğraf çekiyoruz. Bu burun, ismini körfeze giren beyaz balinalardan (Beluga) almış. Gelgit çok hızlı olduğu için zaman zaman beyaz balinalar su çekilmeden önce okyanusa kaçamıyor, çamura saplanıp ölüyorlarmış. Yavrularla beraber 200 tane yetişkin balina bu şekilde bir seferde telef olmuşlar. İşin tuhafı bu iş kâtil balinaların başına gelmiyormuş! İyi huylu belugalar biraz saflar sanırım.
Anchorage hiç bir cazibesi olmayan bir şehir. Deniz kenarında ama gelgitten dolayı berbat ve kullanılamayan bir sahili var. Küçük ve gösterişsiz. Evlerin bir çoğu baraka gibi. Şehir merkezinde üç beş yüksek bina ve iki alışveriş caddesi bulunuyor. Binalar çoğunlukla gri tonlarında ve Kanada’ya benziyor. Mağazalarda çoğunlukla kış sporlarına yönelik güzel ve çok çeşitli giyecek ve malzemeler dikkati çekiyor.
Şehri dolaştıktan sonra geldiğimiz yoldan Whittier’a dönüyor, yarım saat kadar sıra bekledikten sonra yeniden tünelden geçerek arabayı teslim edip gemiye biniyoruz.
Akşama doğru küçük limanı arkamızda bırakarak Asya’ya gitmek üzere yeniden Pasifik Okyanusu’na açılıyoruz.
Tabiat Güzelliği; 10/10
İnsanların turiste muamelesi; 9/10
İnsanların Türk turiste muamelesi; 9/10
Kişisel ilginçlik katsayısı; 10/10
Bir daha gelir miyim? Evet, ABD’nin tek gelmek istediğim eyaleti burası.