Barcelona, Gibraltar, Lizbon, Funchal
Yıllardır tekneyle Atlantik okyanusunu geçenlerin hikâyelerini okuyup, iç çeker dururduk. Bizim küçük teknemizin değil geçmek, Atlantik’in adını duysa titremekten bütün vidaları gevşeyeceğinden, bu işi yapmak istiyorsak ve bu yaştan sonra Atlantik’i geçen en yaşlı denizci unvanı için de yarışmayacaksak, daha makul, uygulanabilir bir yöntem bulmak gerekiyordu ki sağ olsun çağımızın mucizesi İnternet, bu olanağı-biraz araştırma sonucu- karşımıza çıkardı; Costa Serena!!
Tekne ise tekne, Atlantik’se Atlantik, ne olmuş boyu 295 metre ise, ne gam yelkeni yoksa!
Bu ünlü İtalyan yolcu gemisinin, bütün yaz İstanbul ve İzmir’e de uğrayarak yaptığı Akdeniz kıyı seferleri sonrası, güney yarı küre yazı nedeniyle İtalya’nın Savonalimanından hareketle Brezilya’nın Sao Paulo kenti limanı olan Santos’ta son bulan bir tur düzenlemiş olduğunu öğreniyoruz. Geminin zorunlu transferi nedeniyle yılda iki defa tekrarlanan bu turlar, Kasım sonu Avrupa’dan Güney Amerika’ya, Mart sonu oradan tekrar Avrupa’ya yapılıyor. Eğer takip edip yakalarsanız, çok uygun olabilen fiyatlarla on yedi gün süren son derece eğlenceli ve konforlu bir Atlantik geçişi yapabiliyorsunuz. Ayrıca denizden Ekvator’u geçeceğiniz için kaptan tarafından imzalanmış bir de şık sertifikanız oluyor.
Daha önce birkaç kere Amerikan yolcu gemileri ile seyahat tecrübemiz olduğundan İtalyanların bu işi nasıl yaptığını merak etmekteyiz. Gemi hakkında yapılmış bir belgesel dizisini National Geographic TV kanalında bir süre önce izlemiş olmamıza rağmen ilk izlenim epeyce şaşırtıcı ve hatta endişe verici!
Her zaman olduğu gibi değişik milletlerden üç bin insanın kontrollerden geçip gemiye binmesi saatler alıyor. İlk dikkatimizi çeken, alışık olduğumuz Amerikan disiplininden çok uzak ve adeta kimin ne yaptığının belli olmadığı bir karmaşa görüntüsü oluyor! Bu keşmekeş ve karambol yol boyu devam ediyor ama her nasılsa işler fazlaca bir aksama olmadan yürüyor. Herhalde İtalyan tarzı bu olsa gerek!
Bizim için formaliteler eğer muhatabınız Avrupalılar ise başkalarından bir misli zor, çünkü pasaportunuzdaki “Türk” ibaresi, görevlinin yüz ifadesinin birden donuklaşmasına, hemen telefona sarılıp bir yerleri aramasına veya kolunuza girip sizi diğerlerinden ayrı bir odaya alma teşebbüsüne neden oluyor. Gemiye biniş sırasında bu tavır üç değişik noktada art arda tekrarlanınca, sonuncuda sabrımız taşıyor ve sert tepki veriyoruz. Nihayet öfkeyle kamaramızı bulup, üstüne bagajımız da iki saat gelmeyince sinirler iyice geriliyor. Saatlerdir açız ve herhalde gemi iyi bir hoş geldin yemeği hazırlamıştır diye düşünürken, bir de ne görelim, büfede sadece Pizza Margarita var!
Şimdi gülüyoruz ama o sıradaki samimi düşüncemiz şu; Bu İtalyanlar bu kadar uzun bir yolculuğu öyle ucuza sattılar ki herhalde bizi domates sosu ile ıslatılmış hamurla on yedi gün idare edecekler! Tabii ki öyle olmuyor ve İtalyan mutfağı, bizimkine benzerliği ve nefâseti ile daha önce hiçbir gemide olmadığı kadar bizi mutlu ediyor.
Uzun süreli gemi yolculuklarına çıktığımızı duyan herkesin sorusu “sıkılmıyor musunuz?” oluyor. Hayır, sıkılmıyoruz ama maalesef her yolculukta kilo alıyoruz. Bu büyük yolcu gemilerinde yolcuların sıkılmaması için her şey fazlasıyla düşünülmüş. Kütüphanede bulmaca sevenlere günlük bulmacalar bile hazır. Yüzme, koşu, aletli jimnastik, yoga, dil ve sanat kursları, sinema, tiyatro, gösteriler, her saat, her tür canlı müzik, lokanta ve barlar, dans, kütüphane, internet odası, sauna, masaj, kuaför ve güzellik salonu zaten tüm gemilerde artık standart hizmetler kapsamında. Bazı daha büyük ve yeni gemilerde ise kaya tırmanışından buz pistine, çocuklar için luna parka kadar akla gelmeyecek özellikler bulunuyor. Ayrıca okyanus geçişi yapanların bir kısmında sallantıya karşı stabilizatör var ki gerçekten yararı inkâr edilmez.
Bu gezinin en ilginç yanı, güzergâhı. İtalya’dan çıkıyor, önce Barselona’ya sonra Cebel-i Tarık’a ve kuzeye dönüp Lizbon’auğruyor, oradan güney batı rotasıyla Madeira adasında Funchal’e geliyor. Daha sonra Afrika’nın batı kıyılarına paralel devam edip, Cape Verde adalarının ışıklarını görecek kadar yakın seyrediyor ve altı günde ekvatoru geçerek Brezilya’nın en kuzeyinde Recife’ye ulaşıyor. Sonra güneye dönerek sırasıyla Maceio,Salvador de Bahia, İlheus ve Rio de Janeiro’ya uğradıktan sonra, Santos’tageziyi sonlandırıyor.
Savona-Barcelona arasında deniz oldukça sakin fakat Gibraltar’a gelirken kuzey batı rotasında tüm yolculuğun en kötü denizine rastlıyoruz. Oradaki sert şartlar bizi Atlantik konusunda endişelendiriyor ama koca okyanus bize bir kedi yavrusu kadar uysal davranıyor. Günlerce hayranlık ve minnetle o sınırsız su kütlesinin nasıl böylesine çarşaf gibi kıpırtısız olabildiğini izliyoruz. Deniz tutması için her ihtimale karşı aldığımız ilâçlar da kullanılmadan geri geliyorlar.
2007 yapımı olan gemi, adeta tema olarak seçildiğini düşündürecek kadar abartılı bir “kitsch” (aslının bayağı kopyası, banal, rüküş) âbidesi! O kadar ki, sonraları gözümüz alışmakla beraber ilk bindiğimizde şoka uğramış durumda her yeri inanmaz gözlerle dolaşıyoruz. Artistik yaratıcılıkları, sanat ve estetik alanındaki dehâları ile tanıdığımız İtalyanların böyle bir şeyi isteyerek yaptıklarına inanamadığımız için, Amerikan gemi firmalarına, o zevke göre yaptırdıkları veya özgün olmaya çalışırken kazaen böyle çıktığı gibi teoriler geliştiriyoruz ama geminin Cenova’da 2007 yılında yapıldığını öğrenince hayretimiz büyüyor. Dönünce özel olarak araştırıyorum. Hiçbir rengin ve şeklin uyum içinde olmadığı, en çirkin ve rahatsız edici renk ve malzemelerin birlikte kullanıldığı bu tasarım şayet bilinçli yapıldıysa, gerçekten amacına ulaşmış! Araştırmamın sonucu Amerika’yı işaret etmekte haklı olduğumuzu gösteriyor. Geminin iç mimarı Florida’dan Joe Farcus ve tema da “kitsch” değil, Yunan ve Roma mitolojisi!
Joe Farcus’un mitoloji kavramının omurgasını teşkil eden “Pantheon Atrium” resepsiyon katının üstünde dokuz kat yüksekliğinde devâsâ bir boşluk oluşturuyor. Bir duvarına kötü bir pavyon hissi veren çivit mavisi ve siklâmen pembesi neon ışıklı şeffaf asansörlerin yerleştirildiği bu alana, kadın ve erkek vitrin bebekleri soytarı gibi giydirilip yalıtım köpüğünden bulutların üstünde katlardan aşağı sarkıtılmış. Bunların Yunan Tanrıları olduğu rivayet ediliyor(!) Bu manzara insana “biribizimle dalga geçiyor!” dedirten cinsten. Miami’de mimari okumuş olan Farcus, Carnival Cruise şirketinin gemilerini 30 yıldır tasarlıyormuş. Costa ile Carnival ayni gruba ait olduğundan, İtalyanları da bu yetenekten mahrum bırakmamış! “zevkler ve renkler..” diye başlayan klâsik deyişi tekrarlıyor, uyumsuzluktan da para kazanılıyormuş demek, diyerek Farcus’a şanslı meslek hayatında başarılar diliyoruz.
Yolcu profili önceki yolculuklarımızdan çok farklı. Yönetimi ve politikaları hakkındaki duygularımızı bir yana bırakırsak Amerikalılar halk olarak nazik, saygılı, iyi niyetli ve bize karşı Avrupalılara nazaran daha az ön yargılı insanlar. Onlarla dolu bir gemide akşam yemekleri gerek kıyafet, gerekse tavır ve davranış açısından tören ciddiyeti içinde geçiyor, yemek sırasında çatal bıçak şıkırtısından başka ses duyulmuyor. Açık büfe veya havuz kullanımı esnasında saygısız bir itiş kakış yaşanmıyor. Buna karşın yarısı Brezilyalı, yarısının yarısı İtalyan, kalanı orta halli Avrupalı (Çok az sayıda İngilizce konuşan, az miktarda Alman, çok sayıda İspanyol, Fransız ve Portekizli, birkaç Hollandalı, Rus, Yugoslav, Romen ve iki Türk) yolculardan oluşan bir gemide ise durum tümüyle farklı. Şort ve mayoyla lokantalara gelmek, bağrışarak konuşmak, sıraya itibar etmeden iterek önünüze geçmek, her yerde sigara içmek çok olağan davranışlar. Bunlara gösteri başladıktan sonra tiyatroda herkesi ayağa kaldırıp boş koltuğa geçmek, zahmet edip alkışlamamak, gösterinin yarısında gene herkesi ayağa kaldırıp topluca çıkıp gitmek, bebek ve çocukları kumarhane ve gece gösterileri dâhil her yere taşıyıp pusetlerde uyutmayı da eklemek gerekiyor. Her yerde “Aman Allah’ım biz görmeyeli bu Avrupalılar mı değişmiş yoksa hep böyleydiler de biz mi yanlış tanımışız?” diyoruz. Sonra anlıyoruz ki bu izlenimi yaratan, nüfus olarak baskın olan Brezilyalılar. Gerek yolculuk sırasında, gerek sonradan Brezilya’da edindiğimiz üç haftalık izlenim, Brezilyalıların bize benzeyen, candan, yardımsever, sevimli, neşeli, ehl-i keyif ama zaman zaman saygısızlık sınırını zorlayan, biraz ”fazla rahat” insanlar olduklarını gösteriyor.
Mürettebat davranışı açısından da benzer farklılıklar söz konusu. Amerikan gemilerinde her elemanı başka birinin kontrol ettiği aksamayan bir düzen ve ciddiyet var. Burada ise o gemilerle aynı milletlerden personel (çoğu Filipinli) âmirleri ile enseye tokat bir samimiyet içinde. Birbirlerine yüksek sesle sesleniyor, itişerek şakalaşıyor, yolcuların arasından kirli tabakları döke, saça taşıyor, koskoca havlu arabalarını gürültüyle lokantanın içinden iterek havuza götürüyorlar. Bu işlemler Amerikan gemilerinde nasıl bize gösterilmeden yapılmış diye düşünüp hayret ve takdir ediyoruz. Diğer gemilerde mevcudiyeti heyecan yaratan Kaptan bile devamlı etrafta dolaştığından bir süre sonra önemini kaybediyor, görmezden gelmeye başlıyoruz. Genel görünüm itibariyle bir ciddiyetsizlik ve hafife alma söz konusu olmasına rağmen işler yürüyor, fazlaca bir aksama olmuyor. Zaten birkaç gün içinde size hizmet eden personeli şahsen tanıyıp seviyor, İtalyan şeytan tüyüne kapılıyor ve ufak tefek kusurları da görmez oluyorsunuz. Daha sonra 13 Ocak 2012 tarihinde bizim geminin kardeşi olan Costa Concordia’nın, Akdeniz’de Toskana kıyılarında insan hatası yüzünden sebep olduğu ölümlü felâketi basından izleyince bu izlenimlerimizin isabeti ortaya çıkıyor ve ucuz kurtulduğumuza seviniyoruz.
Mutfak konusu ise Amerikan gemilerine oranla bütünüyle bizim damak tadımıza çok daha uygun. Yediğimiz her küçük şeyden zevk alıyoruz. En önemli farkın peynirlerde olduğunu söylemek gerekiyor. Her türlü enfes peynir, her öğün bulunabiliyor. Amerikalıların kâğıt inceliğinde çedar peynirlerinden sonra bize çok iyi geliyor. Bir yabancı gezi sitesinde bizim gemiyle ilgili olarak genç bir Amerikalının “yiyecek şey bulamadık” değerlendirmesini gitmeden okumuş ve “eyvah!” demiştim. Şimdi bunun kesinlikle kültür farkından olduğunu, muhtemelen hamburger ve çok yağlı patates kızartması “yoksunluk krizinden”(!) kaynaklandığını biliyorum. Her şeyde olduğu gibi bir sözü kimin söylediğine bakmak gerekiyor.
Gece gösterileri bir gemi yolculuğundaki en önemli ve kalite farkını belirleyen unsurlardan. Tiyatro, iki balkon katıyla birlikte üç kata yerleşmiş ve bir gemide gördüğüm en büyük salon olmakla birlikte tasarım hatalı olduğundan yarısı her gece boş kalıyor. Balkon katlarında her sıranın önüne tam sahneyi engelleyecek şekilde yerleştirilmiş kalın krom korkuluk, tam bir felâket. Gösteri sırasında kapatılmayan merdiven ve koridor ışıklandırmaları ise sun’i cam panellere ve krom sütunlara yansıyarak görüntüyü berbat ediyor. Bunu tasarlayan kişi hiç mi gelip bir gösteri izlememiş diye merak ediyorsunuz.
Yolcuların çoğu Brezilyalı olunca müzik ve gösteriler de Lâtin ağırlıklı oluyor ki bu da peynirden sonra bizim için gezinin en sevindirici yönü. Her gece saçları briyantinli bir Amerikalıdan “My Way” dinleyeceğimize bol bol salsa, tango ve samba izliyoruz. Dansın Lâtin Amerikalılar için müzik duyduklarında otomatik olarak yaptıkları, yürüme kadar içgüdüsel bir davranış olduğuna da bu arada tekrar kanaat getiriyoruz.
İlk uğrak limanımız olan Barcelona’yadaha önce birkaç defa geldiğimiz ve kaldığımız için bize fazla bir ilginçliği yok ama ünlü dâhi mimar Antonio Gaudi’nineserlerini, özellikle ilk gördüğümüz gece yanına bir an önce varabilmek için deliler gibi sokaklar boyu koştuğumuz Sagrada Familia’yı yeniden görme fırsatı bizi heyecanlandırıyor. Bu akıl almaz anıtı gene inanamaz gözlerle izliyor, fotoğraflarını çekiyor, haşmetini çok olumsuz etkileyen hediyelik eşya barakaları ve turist kalabalığından dolayı üzüntü duyuyoruz. Maalesef dünyada hiçbir şâheser, bu popüler olma felâketinden kendini kurtaramıyor.
Çiçek ve meyve pazarından Kolomb anıtına, marinadan sanat tezgâhlarına telaşsız, koşturmacasız keyifli bir gün geçiriyor, çarşılardaki Noel hazırlıklarını ve ilginç dekorasyonları izleyip kafelerde oturarak, bir yere yetişmek zorunda olmayan bir yabancı olmanın tadını çıkarıyoruz.
Gezimizin ikinci durağı olan Gibraltar yani Cebel-i Tarık, adını Arap komutan Tarık bin Ziyad’dan ve onun yaptırdığı kaleden alıyor. 1462 de Araplardan İspanyollara geçmiş ve 1502 de resmen İspanyol topraklarına katılmış. 1704 de Hollanda-İngiltere tarafından İspanyollardan alınmış, 1705 ten beri İngilizlere ait. Halk kendini Britanyalı görüyor. 6 km kare ve 35.000 nüfusuyla İspanya’nın içinde bir İngiliz sömürgesi olan bu bölge için hâlâ görüşmeler sürse de, ahâli aynı İslasMalvinas-Falkland adaları gibi İngiltere’ye bağlı kalmak istiyor. Akdeniz’in Atlantik’e çıkış kapısı olan boğaz, 60 km uzunluğunda, 44 km genişliğinde ve 426 m derinliğinde. Yüzeyde batıdan doğuya kuvvetli, aşağıda doğudan batıya zayıf akıntılar bulunuyor. Her iki kıyı da yüksek ve sarp kayalık. Gibraltar, yüksek kayalarında yerleşik maymunları ile meşhur. Bunlar dışında Avrupa kıtasında doğada serbest yaşayan başka bir maymun topluluğu bulunmuyor. Normalde Afrika’nın kuzey batısında yaşayan Berberi Şebeği cinsi küçük maymun topluluğunun, buraya Afrika’dan getirildiği düşünülüyor. Bütün hediyelik eşyalarda tema maymun, tabii bir de meşhur çift katlı kırmızı otobüsler.
Çok şiddetli bir yağmur ve soğuk hava bizi karşılıyor. Bu nedenle kayalıklardaki maymunları görmek mümkün değil. Hindistan gezimizde maymun ısırığı nedeniyle yaşadığımız kuduz ve tetanos aşısı krizini unutamadığımızdan, çok da maymun meraklısı değiliz doğrusu! Şehir ve insanlar İngiltere’den ziyade küçük bir İspanyol kasabasını andırıyor. Şehrin omurgasını teşkil eden uzun ve dar ana caddede, alt katlarında albenili hediyelik eşya dükkânları olan sevimli, iki katlı binalar sıralanıyor. Hem klâsik İngiliz Pub’ları, hem Lâtin isimli şık kafe ve lokantalar var ama sokağa dizilmiş renkli şemsiye ve masalar, yağmura rağmen daha çok Akdeniz havası yansıtıyor. Cebel-i Tarık, şirin bir kilise ve yeşil, dik yamaçlara yerleşmiş göz okşayan evleriyle herhangi bir Avrupa kasabasından farksız. Kırmızı telefon kulübeleri ve posta kutuları dışında, mavi gözleri ve uzun boyuyla İngiliz’e benzeyen tek canlı, postanede görevli postacı!
Turistik câzibe merkezi olarak yapıldığı anlaşılan “Kristal Müzesi”, kötü havadan kaçıp nefes almak için işe yarıyor. Satılan ürünler Paşabahçe mağazaları ile rekabet edemeyeceği için sadece bakmakla yetiniyoruz. Mütevazı mağazalar ithal yiyecek dolu. Ülkemiz ve Yunanistan dışında bu kadar çok çeşit zeytin ve turşuyu da Avrupa’da ilk defa burada görüp hayret ediyoruz. Boğazdan çıkıncaya kadar sis, pus ve şiddetli yağmur nedeniyle fazla bir şey göremiyor, ünlü Trafalgar burnunu da kaptanın uyarısıyla uzaktan zorlukla seçebiliyoruz. Cebel-i Tarık-Lizbon arasında İspanya ve Portekiz’in Akdeniz kıyılarına paralel seyir süresince kuzey batı rotasında bir gece boyu batı rüzgârı ve akıntısı nedeniyle deniz yiyor, biraz sıkıntı çekiyoruz ama Allahtan kuzeye döndükten sonra hava sakinliyor.
Lizbon
Avrupa’da yaşayacak bir şehir arasamLizbon tercihlerimden biri olabilirdi. Yükseklik farkından dolayı asansörlerle çıkılan üst şehir nedeniyle başka yerlere benzemeyen çok etkileyici bir havası var. Elliyi aşkın müzeyi barındıran bu tarihi şehirde her iki sokakta bir, ya muhteşem bir heykel, ya olağanüstü mimarisi olan bir bina ile süslenmiş harika bir meydana çıkıyorsunuz. Yüz yıl önce de fazla farklı olmadığını sezdiğiniz kentin, nehre bakan yamaçlardan inen dar sokaklarında yürümek, bu nedenle çok zevkli ve sürprizlerle dolu. Üç kişinin ancak yan yana geçebileceği daracık taş sokaklarda anidenfado söyleyen bir pelerinli rahibeye rastlamak veya bir meydanda oturmuş, Rodrigo’nun Gitar Konçertosunu bir konser salonu mükemmelliğinde çalan genç öğrenciyi dinlemek ruhunuza iyi geliyor.
Şehirde zenginlik hissedilmiyor. Işıltı ve parlaklık az, Dünya güzeli Art Nouveaubinaların yenilenmeye ihtiyacı var. Çoğu dükkânlar bakımsız, satılan ürünler mütevazı, Bazı köşelerde, sokak aralarında Portekiz sömürgelerinden gelen siyâhilerin toplandığını görüyorsunuz. Bizdeki işçi pazarlarını andırıyor. Tehdit algılamıyorsunuz ama özellikle gece vakti aralarına girmek istemezsiniz. (Zaten gemiye döndüğümüzde bazı kapkaç olaylarının haberini alıyoruz.) Çoluk-çocuk yerlerde, duvar üstlerinde oturuyorlar. Gün ortası banka önünde yatak-yorgan oturan evsiz, yoksulları görüyoruz. Sokaklarda değişik ülkelerden geldiği belli olan çok sayıda yerleşik, toplumla bütünleşmiş Afrikalı nüfus görülüyor fakat bunlar ABD’de gördüğümüz toplum dışı tipler gibi değil, temiz, düzgün, mazbut görünüşlü insanlar. Sezinlenen maddi problemlere rağmen yerleşik kültür ve medeniyetin ve büyük şehir olma niteliğinin para ve gösterişli alışveriş merkezleri ile hiç ilgisi olmadığını düşünüyor, kendi şehirlerimizi gördüğümüz gerçek büyük şehirlerle (Buenos Aires ve Santiago da dâhil) karşılaştırarak aradaki kapanamayacak farktan hüzün duyuyoruz.
Gece kalamayacağımızdan, duygusal ve kederli Portekiz müziği, ” Fado” söylenen kulüplere gitme olanağımız olamıyor ama sadece kendi müziklerinin satıldığı çok eski görünüşlü bir mağazada, yaşlı bir satıcı hanımdan, onun önerdiği birkaç cd alıyoruz. Hanıma “Sevillanas” soruyor ve “onu burada bulamazsınız, İspanya’dan alacaksınız, burası Portekiz, burada fado bulunur” cevabına, bir yandan yaşadığımız çağı düşünerek gülerken, bir yandan da yerel kültürüne böylesi içten sahip çıkışa gıpta ediyoruz.
Renkli tramvaylar, iki sokak arası asansörler, Rossio meydanında, önünde biriken Lizbonluların gün boyu içtiği Ginjinha (yerel vişne likörü) satan küçük dükkân, tüm şehirde görülen siyah-beyaz geometrik desenli, bazalt taşı kaplanmış kaldırımlar, tramvayla çıktığımız Alfama-Eski Şehir’de kaleden Lizbon panoraması, her yere hâkim olan huzur ve sükûnet, bu tarihi ve oturaklı başkentten unutulmayacak anılar olarak kalacak.
Otobüse binerek yaklaşık 20 dakikalık bir yolculukla Tagus nehri kenarında bulunan, tarihi anıtlar merkezi Belem’e gidiyoruz. Nehrin denize birleştiği bölgeyi savunmak için yapılmış olan Belem kulesi, (Torre de Belem) Belem Sarayı, ünlü denizci Vasco de Gama’nın mezarının bulunduğu Jeronimos Manastırı bu anıt yapılardan bazıları. Bütün Lizbon’da yenen ama en güzeli Belem Pastanesinde yapılan bir tatlı olan “Pastel de Belem” yiyebilmek için yağmurda çeşitli uluslardan kişilerin oluşturduğu bir kuyrukta yaklaşık yarım saat bekliyoruz ama değiyor! İçine krema doldurulup fırına sürülmüş milföy hamurundan yapılan bu tatlı, burada yapılan haliyle midemizi şenlendirirken hafızamıza da kazınıyor. Ne daha sonra başka yerlerde denediklerimiz, ne de eve gelince kendi yapmaya çalıştığım, aynı lezzete yaklaşamıyor bile, sırrı nedir bilemem!
Kuzey batı Afrika’nın Fas kıyılarına paralel güney batı rotasında Atlantik okyanusuna açılmadan önceki son ilginç durağımız; Portekiz’e bağlı özerk adalar grubu olan Madeira’nın başkenti Funchal. Burası Kanarya adalarının kuzeyinde, yaklaşıkFas’ın Marrakech şehri ile ayni enlemde bulunuyor. Nüfusu 300.000 e yakın. Tanıdığım tropik, yarı tropik, Akdeniz, Karadeniz tüm iklim bitkilerini bir arada gördüğüm ilk ve tek yer burası. Adanın sembolü begonvil ve mimoza olmasına rağmen Botanik Park’a gittiğimizde ortancadan defneye, palmiye türlerinden bromelialara (göbekten çiçek açan, son yıllarda bize de ithal edilen Aechmea, Neoregelia gibi tropik bitkiler) orkidelerden Arap saçına, çamlardan okaliptüse, müthiş bir zenginlik bizi şaşırtıyor. Sub-tropikal bir iklime sahip olan Madeira’nın Afrika’ya bakan doğu kıyısında yer alan Funchal,arkasını dayadığı yüksek dağlar nedeniyle Kuvvetli Atlantik rüzgârlarına karşı korunaklı. Ortalama sıcaklık 16 C ile 24 C arasında değişiyor ve Temmuz-Ağustos ayları dışında yeterli yağmur alıyor. Kuzey kıyıları Atlantik’in insafına karşı korumasız olduğundan kuvvetli rüzgâr ve ortalamanın iki katı kadar yağış alabiliyorlar. Dağlık orta kesimler genellikle sisli oluyor ve ormanlık, sisli, yüksek coğrafyanın, mağara ve şelâlelerin, güneşli sahiller kadar turistik çekiciliği var. Şehir deniz kıyısından birdenbire yükselen bir dağ eteğine kurulu olduğu için mahalleler birbiri üstüne konumlanmış. Öyle ki, evler yer yer legooyuncaklar gibi üst üste inşa edilmiş. Zorlukla yapıldığı belli olan daracık ve virajlı bir yol yukarı kadar çıkmakla beraber asıl ulaşım teleferikle sağlanıyor. Teleferikle yukarı çıkarken bir tarafta deniz, bir tarafta şelâleler akan ormanlık dağların oluşturduğu enfes bir manzara sizi bekliyor. Aralık ayında Avrupa soğuktan kırılırken Funchal’de harika bir bahar havası yaşıyoruz. Şehir güzel ve küçük bir Akdeniz sahil kasabasına benziyor. En önemli özelliği el işi nakışları ve bizde “beyaz iş” denen delik işi nakış. Çok zarif perdeler, masa örtüleri görüyorum. Birkaç küçük hediyelik alıyoruz. Otel ve yiyecek fiyatları gayet makul. Bizim Akdeniz’deki tesislerden daha ucuza çok iyi bir tatil yapılabilir. Ayrıca bazı turizm bürolarında ada çıkışlı uygun fiyatlı Güney Afrika cruise reklamları gözümüze çarpıyor. Afrika’yı denizden keşfetmek için burasının uygun bir basamak olabileceğini düşünüyoruz.
Arjantin, Şili, Brezilya ve muhtemelen tüm güney Amerika’nın başlıca atıştırmalık yiyeceği olan ve bizim talaş böreğine benzeyen “empenada”yı burada da görüyor ve deniyoruz ama çok iyilerini yediğimiz Arjantin’le karşılaştırınca başarısız buluyoruz.
Altı gün süren Atlantik geçişimiz harika bir havada ve mükemmel bir denizde gerçekleşiyor. Her gemi yolculuğunda olduğu gibi “şimdi ne yesek?, nerede ne seyretsek?, hangi dans dersine gitsek?, çay büfesi hangi salonda?, Portekizce dersi saat kaçta?, açık havuza mı, jakuziye mi?” gibi gayet önemli(!) sorulara cevap arayarak bir dakika gibi geçip gidiyor! Bu arada ekvator geçiş eğlenceleri ve ekvator suyuyla ıslatılma töreni yapılıp, sertifikalar dağıtılıyor. Kaptan üç bin yolcudan her isteyenle sarılıp hatıra fotoğrafı çektiriyor ama dans etmeye gelince hep en güzel ve genç Brezilyalıları seçerek İtalyan şöhretine halel getirmiyor!
Recife’den Başlayıp Sao Paulo’da biten Brezilya macerası “Altı Günde Atlantik-2, Brezilya” isimli yazıda anlatılmaktadır.